29 Eylül 2011 Perşembe

Tapınak Şövalyelerinin Tarihi Hakkında Bir Söyleşi






(Söz konusu söyleşi Virgül Degisi'nin 2007 yılı içinde yayınlanan 104. sayısında ve ''dikine.net''te yer almıştır.)

Tapınak Şövalyeleri ve günümüze dek taşıdıkları gizemleri hakkında neredeyse her hafta yeni bir kitap piyasaya sürülüyor. Çoğunlukla "gizli örgütler" ya da "ezoterik" bağlantılarıyla büyük ilgi çeken ve bu yönüyle önemli satış rakamlarına ulaşan kitaplarca oluşturulan ilk dönem eğilimleri, konuyu "tarihsel perspektiften ele alan" araştırmaların "tarihsel gerçekçilik" yönündeki baskısıyla kırılmaya başlıyor. M. Barber'in Kabalcı Yayınları tarafından Türkçe'ye çevrilen "Tapınak Şövalyelerinin Tarihi" ve P.P. Read'in Dost Yayınları'nca piyasaya sürülen "Tapınak Şövalyeleri" kitapları hiç kuşkusuz, Türkiye kitap piyasasını hallaç pamuğu gibi atan "ezoterizm" eğilimli yapıtların önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Ancak, bu tip ciddi kitapların satış rakamları karşıt tutumun ulaştığı düzey ile kıyaslandığında oldukça cılız kalıyor, buradan hareketle hala toplumda Tapınak Şövalyeleri'ne ilişkin, yaygın bir biçimde yanlış kanıların dolaştığını söylemek mümkün. Konuyla ilgili olarak piyasaya sürülen son kitaplardan birisi olan "Tapınakçılar: Tarih ve Spekülasyon", için "tarihsel gerçekçi" tutumun son örneği nitelemesini yapmak yanlış olmaz. Özellikle yerli bir yazar tarafından, büyük bir ciddiyet ve bilinen tarihsel gerçekliğe en uygun tabloyu oluşturmak yolundaki ısrarlı bir çaba sonucunda oluşturulmuş kitap, dünyada ve Türkiye'de Tapınakçılar hakkındaki yanlış tezlerin "bilimsel" eleştirisiyle de ayrıcalıklı bir yapı oluşturuyor.

Kitabın yazarı Göktuğ Halis ile, "Tapınak Şövalyeleri'ni" ve "Tarih ve Spekülasyon'u" konuştuk.

Tapınak Şövalyeleri ile ne zamandır ilgileniyorsunuz? "Tapınakçılar: Tarih ve Spekülasyon" için ne kadar çalıştınız? Süreci anlatır mısınız?

Tapınak Şövalyelerine yönelik kişisel ilgim 5-6 senelik bir zaman dilimine dayanıyor. Başlangıçta kişisel olarak ilgimi çekmişti, özellikle "Foucault Sarkacı'nın", Türkiye'deki çoğu insan gibi bende de büyük bir etki yaptığını söyleyebilirim. Benim konuya yönelik ilgim, söz konusu tarikattan çok yaşam biçimleriyle, özellikle "Ortaçağ Batı Felsefesi " ve spesifik olarak münzevi yaşam tarzının değeri bağlamında yaptığım araştırmalarla bağıntılı olarak yürümekteydi. Tapınakçılar ise keşiş yaşamı süren, ancak Hıristiyanlığın temel barışcıl öğretisiyle çelişkiler oluşturan "şövalyelik" nitelikleriyle ilgi çekici bir bütün olarak dikkat çekiciydi. Ancak geçen zaman, özellikle "Da Vinci Şifresi" ve Türkçe'ye Nokta Yayınları'nca "Savaşçı Keşişler Tarikatı" olarak çevrilen "Kutsal Kan Kutsal Kase" yapıtlarının açtığı kapıdan aceleyle oluşturulmuş çok sayıda kitabı getirmişti. Özellikle bu gündemi takip etmek yolunda ısrarlı bir gayret gösterdiğimi söyleyebilirim. Bu süreçte gerçekten ilginç sonuçlarla karşılaştım, tarihsel gerçeklerle örtüşmeyen çok sayıda bildirimin büyük bir ısrarla ortalıkta dolaşmaya başladığını, bununla da kalmayıp birbirini tekrarladığını gördüm. 11 Ocak 2004 tarihli Akşam-lık dergisinde "Da Vinci Şifresi" kitabına ilişkin eleştiri yazımda, tüm dünyayı sarsan söz konusu savların, bizde henüz yeni olmakla birlikte "alternatif bir tarih anlayışınca hermetik, gnostik ya da düalist akımlardan etkilenen azımsanmayacak gelenek tarafından büyük bir ısrarla tekrarlanageldiğini, bu bağlamda hiç de özgün olmadığını belirttim. Yine 18 Nisan 2004 tarihli Akşam-lık'ta da "Kutsal Kan Kutsal Kase" kitabının "Foucault Sarkacı" yapıtı ile karşılaştırmalı eleştirisini yazdım. Bu arada özellikle bazı İslamcı fanatikler, ısrarlı bir şekilde Tapınakçı karşıtı yayınlar yapmaya devam ediyordu. Varlık Dergisi'nin Ağustos 2004 tarihli sayısında "Gizli Bilimlerin Alternatif Tarihine İlişkin Yapıtların Pozitif Eleştirisi" isimli makalemde de, Tapınakçılar'a ilişkin "garip anlayışlara" değindim. Söz konusu tutum, Tapınakçılar'ı, tarihsel alanından kopartarak, günümüze dek uzanan bir zaman diliminin "en etkin özneleri" olarak sunma eğilimi taşıyordu. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de bunların önüne geçilemedi. Türkiye'de çok sayıda yerli yazarın bu eğilime destek veren yapıtları kitapçı raflarında yerini ısrarla almaya devam ettiğinde, konuyla ilgilenen sıradan insanların zihninde oluşmuş karmaşık tabloyu az çok tahmin edebiliyordum. Bu tahmini destekleyen maddi belirtiler de mevcuttu. Nitekim sokakta dolaşan insanlar, örneğin Ortadoğu'daki savaşın arkasında Tapınak Şövalyelerini görmeye başlamıştı. Elbette sağduyu bu tip bir savununun garipliğini ve komikliğini saptamaya zaman zaman yeterlidir. Olmayınca olmaz. Benim "Tapınakçılar: Tarih ve Spekülasyon" kitabını yazma kararım bir buçuk 1,5 sene öncesine dayanır. Kuşkusuz en temel kaygımın, insanların Tapınakçılar hakkında sahip olduğu yanlış tabloyu bozmak olduğunu söylemek gereklidir. Yine de yeterli değildir. Nitekim kitabı yaklaşık bir buçuk senede kaleme aldım ve süreç içinde "Tapınakçıların" popüler oluşu ve ısrarla gündemde kalması durumunun ideolojik boyutu üzerinde de düşünme fırsatı buldum.

Oraya gelmeden önce sanırım konu tarihsel olarak açıklığı hakediyor. Size göre Tapınakçılar kimlerdi?

Sorunuzun ilk bölümüne katılıyorum, konu bence de açıklığı hakediyor. Öbür taraftan aslında konu hiç de karmaşık değil, sorduğunuz soru dahi genel bir kafa karışıklığının ifadesi olabilir. Tapınakçılar'ın kim olduğunu biliyoruz, size göre vurgusu bana göre yersiz. Ortada felsefi ya da edebi bir problem yok ki, bana nasıl göründükleri gibi bir noktaya genişlesin konu. Yaygın şekliyle Tapınakçılar olarak bildiğimiz Tarikat, "Süleyman Tapınağı ve İsa Mesih'in Yoksul Şövalyeleri" ismiyle, 12. yüzyılın ilk çeyreğinde Kudüs Kralı ve Kudüs Patriğinin onayıyla, Kutsal Topraklar'a gelen Hıristiyan Hacı'sını korumaya ant içmiş 9 şövalyenin girişimiyle kuruldu. Kuruluş tarihi net değil, 1119 ya da 1920 olma ihtimali oldukça yüksek. Dönemin önemli vakanüvisti Guillaume de Tyre'nin 1118 şeklinde bildirdiği tarihin hatalı olduğunu düşündüren bazı tarihsel belgeler var. 9 şövalye içinde en önemli iki isim, ki bu 9 şövalyenin isimleri de değişik kaynaklarda birbiriyle çelişkilidir, Hugues de Paynes ve dönemin en önemli dini liderlerinden birisi olan St Bernard'ın akrabası, olasılıkla dayısı olan Andre de Montbard... Üyeler kendilerine üç temel ilke belirliyor başlangıçta, yoksulluk, erdenlik ve itaat. Bununla birlikte, başlangıç dönemine ilişkin çok sayıda bilinmeyen bulunuyor. Özellikle tarikat üyelerinin temel amacının savaşımı içermesi noktası ilginçtir. Suriyeli bir vakanüvistin anlattığına göre, Tarikat üyelerinin temel amacı kendi kişisel kurtuluşları adına münzevi bir yaşam tercih etmiş olmaları, buna karşın hacıları koruma görevini Kral Boudouin 2'nin ricası üzerine kabul etmiş olmaları muhtemeldir. Nitekim kişisel kurtuluş amacıyla bu tip inziva-i yaşam biçimleri dönemin popüler yaklaşımlarından birisi ve 9 üyenin önünde Hospitaller tarikatı gibi bir örnek de bulunuyor. Bana göre, bir tarihçinin sorumluluğu, "veri yokluğuna karşın" değerlendirme yapma zorunluluğu taşıdığı süreçlerdeki tutumuyla sınanabilir. Akıl yürütme, ancak tarihsel olarak bilinenlerden hareket edildiğinde anlamlı bir yöntemdir. Tapınakçıların başlangıç dönemine ilişkin sessizliği, "Sessizdiler çünkü, kendilerine verilen Süleyman Tapınağının kalıntılarında kazı yaptılar, büyük hazineler ve mimari planlar buldular" şeklinde yorumlamak, en iyi ihtimalle saftirikliktir. Bakın, Tapınakçılar tarih disiplininin, özellikle de Haçlı Seferleri konusunun çerçevesinde ele alınabilecek, Askeri Tarikatlar sistematiğinin konusudur. Yalnızca bununla da sınırlı değildir. Savaş eylemini ve eylemcisini yargılayan bir "İncil" geleneğine rağmen "hıristiyan şövalyesinin Tanrı yolunda savaşmasını" mümkün kılan bir dini-felsefi bir düşünsel evrim vardır. Tapınakçılar ile ilgilenen bir araştırmacı için bunlar çözülmesi gereken konulardır. Öbür taraftan konuyla ilgili çok sayıda ciddi tarihçinin, kayda değer araştırmaları vardır ve bunları hiçe sayarak, örneğin "Kutsal Kan Kutsal Kase" kitabının yaptığı gibi, Tapınağın kuruluş tarihini 1112 ya da daha öncesine çekemezsiniz. Kaldı ki, Tapınakçıların kuruluş dönemine ilişkin, az da olsa belgeler var ve bu belgeler özellikle, Tarikatın aldığı bağışlar ve Hacıları koruma görevine ilişkin gayretlerinin anlaşılması açısından değer taşıyor.

Anladığımız kadarıyla sizin tutumunuz, genel eğilime tezat oluşturuyor. Hani Tapınakçılar'ın Masonluk kurumunda yaşamaya devam ettiği, İsa'nın soyunun koruyucusu olduğu ya da biraz önce verdiğiniz örnek itibariyle Ortadoğu'daki savaşı yönlendirenlerin onlar olduğu yolundaki bildirimlere karşıt bir duruşunuz var. Bu eğilimi açıklar mısınız?

Günümüzde yaşanan olaylarda, örneğin Ortadoğu'daki savaşa herhangi bir devlet adına savaşan haber alma teşkilatlarının, ya da gizli örgütlerin rolü var mı yok mu ben bilemem. En fazla tahmin edebilirim ve bu benim kanaatim olur. Bu konudaki kanaatlerimin dinlenmemesini tavsiye ederim, nitekim ayrıca bir uzmanlık gerektirir bu konularda konuşmak. Tapınakçılar tarih disiplininin konusudur. Şövamlemed Masonluk Kurumu'nda yaşar mı yaşamaz mı, onu da bilemem. En fazla, Masonluk denen yapılanmanın kendisini Tapınakçı geleneğinin devamı olarak görmeye yönelik ciddi bir eğilim taşıdığını söyleyebilirim. Bu, Tapınakçıların Masonluk aracılığıyla yaşamaya devam ettiği anlamına gelmez. Bu yöndeki her bildirim subjektiftir, tarih biliminin konusu olarak pek değer taşımaz. Tapınakçıları "gizli bir örgüt" olarak değerlendirebilmemiz mümkün değildir. Herşeyden önce kontrolü Papa'da bulunan bir örgüttü. Özellikle Papa dışındaki siyasi ve dini her türlü otoritenin sorgusundan muaf tutulmuştu. Krallar da dahil olmak üzere hiç kimse elini kolunu sallayarak Tapınak Tarikatı'nın toplantılarına giremiyor ya da örneğin hesaplarını kontrol edemiyordu. Özellikle 1130'lu yılların ikinci yarısında Papa II. İnnocentius tarafından yayınlanan "Omne Datum Optimum" bildirisinin ardından kendilerine tanınan ekonomik haklar, yerel dini otoriteler ile aralarında ciddi husumetin doğmasına neden olmuştu. Kudüs Krallığında ise en önemli çatışmayı Kral Amalricus ile yaşamışlardı. Çeşitli nedenlerle Tapınakçılar kısa sürede çok farklı iki perspektiften değerlendirilmeye başlandı. İlk görüşte Tapınakçılar daima saygın, din adına savaşımın öncü tarikatı olarak görkemli yerinde dururken, ikinci kesimde, özellikle açgözlülük ve kibir gibi cehennemlik nitelikleriyle büyük bir öfkeyle karşılandılar. Tapınakçıların, çok sayıda ritüel ve uygulamasını büyük bir gizlilik içinde yaptıkları gerçektir. Kutsal Topraklarda bu gizlilik, savaş ortamının dayatısı olarak kaçınılmazdı. Ancak özellikle yargılanma sürecinde Kral Güzel Philippe'nin ve propagandistlerinin yapay bir "gizlilik kültü yarattığı" ve ısrarla bu temayı işledikleri görüldü. Ortaya çıkan sonuçlar, Tapınakçıların puta taptıkları ya da eşcinsel oldukları o kadar çok söylenmiş ve yoğun işkence altında suçlamaları kabul eden Tapınakçılar tarafından da doğrulanınca, hatalı olarak Tapınakçıların "gizli bir örgüt" olduğu görüşü yaygınlık kazandı. Tapınakçıların yargılanma sonrasında yakılması olayı ve Büyük Üstad Jacques de Molay'ın laneti olarak bilinen efsanevi konuşma en fazla akıl yürütmemizi sağlayabilir. Efsane uyarınca, Kral ve Papa'nın Molay'ın belirttiği süre zarfında ölmeleri, efsaneleri yaratan halk geleneğinin, sonu pek de kabullenemediğini gösteriyor olabilir. Nitekim Tarikatın üyelerinin yeraltında yaşamaya devam ettiği söylencesi de bu kanının bir parçası olabilir. Bununla birlikte söyleyebiliriz ki, tüm bunlar Tarikatı gizli bir örgüt olarak nitelemek için yeterli değildir.

Gizli örgütlerle insanlar neden bu kadar ilgileniyor ve Tapınakçıların buradaki etkisi nedir?

Söylediğim gibi gizli örgütler ve yaşadığımız dünyadaki rolleri hakkında bir şey söyleyecek yetkinlikte değilim. Tapınakçılar'ı da "gizli bir örgüt" olarak değerlendirmenin doğru olmadığını düşünüyorum. Ancak sorunuzun şöyle ilginç bir yönü var ki belirtmeden geçemeyeceğim. Bugün Tapınak Şövalyelerinin ele alınış şeklinde ciddi bir sakatlık var. Her türlü kötülüğün özneleri olarak, bilinmeyen bir gruba yapılan göndermenin ideolojik yönünün deşifre edilmesi büyük bir değer taşır. Tarih, bir yönüyle profesyonel olmayanlara kapalı bir disiplindir. Tarihle isteyen istediği kadar ilgilenir. Ama tarihsel bir temayı paldır küldür alıp, yaşanmakta olanın arkasındaki gerçek diye sunmaya çalıştığınızda ve bunu sistemli, kararlı bir biçimde yapmaya kalkıştığınızda sorun bambaşka bir hale bürünür. Örneğin Reform Hareketini ya da Fransız ihtilalini, sosyo-ekonomik analiz yapmadan, bu tarihsel gelişmeleri doğuracak temel koşulları incelemeden Tapınakçılara mal ettiğiniz zaman, ya tarihi bilmiyorsunuz, ya da keyfi, ideolojik ve uyduruk bir tarih yazıyorsunuz demektir. Günümüzde de böyledir bu... İnsanın elinden manevi değerlerini, yarına dair umutlarını alan bir sistem vardır ve insanın sosyal hayata katılma ihtiyacını yapay modellerle tatmin etmektedir. Tarihin işleyiş yasalarının bilinçli olarak unutturulmaya çalışıldığı bir dönemde, tarihin "kötü niyetli insanlar tarafından" tertip edildiği fikri hem yalnızlaşan bireyin anlama ihtiyacını giderir, hem de örneğin Ortadoğu'daki savaşın gerçek faillerinin deşifresini engeller. Tapınakçılar kritik motiflerden birisidir ve tarihsel olarak kendisine dair söylenenlerden de güç alarak, önemli bir hayali düşman haline bürünür. Bir dönem ABD'nin dünya çapındaki eylemlerinde "yapay bir şeytan" ihtiyacını SSCB ile, doğu blokunun çöküşü sonrasına da bu boşluğu "terörist" olarak tanımlanan Müslüman gruplarla propagandif amaçlı doldurma çabasına benzetilebilir. Tapınakçılar, post-modern dünyanın hastalıklı bireyi için, SSCB ya da terörden başka bir şey düşünmeyen İslamcı gruplarından daha büyük bir düşman haline getirilmeye çalışılıyor. Her eylemin arkasında onlar var, herşeyi onlar tertipliyor. Akıldışı bir unsur olarak Tapınakçılarla uğraşan ve onların bilinmedik, asla anlaşılamayacak planlarının peşinden koşuşturup durap insan için, Büyük Sermaye şirketlerinin ya da petrol savaşlarının en iyi ihtimalle görünür unsurlar olarak değer taşıdığı açıktır.

Kitabınızdaki "tarih" ve "spekülasyon" bölümlenmesinin anlamı burada mı aranmalı?

Bir yönüyle... Kitabımda konuyla ilgili olarak en doğru tarihsel bilgileri vermeye çalışırken, yeri geldiğinde Tapınakçılara ilişkin söylenen anlamsız savların eleştirisini ele alıyorum. Çünkü, tarihsel gerçeklik anlamında bir şey vermeseler ve sürecin anlaşılması yolundaki gayretleri budasalar bile, bu eğilimdeki dev kütüphaneyi görmezden gelemezsiniz. Artık Barber'in ifadesiyle, bu garip tarih, neredeyse tamamen Tapınakçıların tarihine eklemlenmiştir. Bunları görmezden gelen bir tarihsel yapı güçlü değildir... Bu nedenle, kitap okurların konuyu daha iyi takip edebilmesi açısından söz konusu tezleri de ele alıyor.

Bu İsa'nın soyu söylencesi ve Tapınakçıların rolü üzerine yapılan değerlendirmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Da Vinci Şifresi ve Dan Brown'u, söz konusu tezleri kendilerinden çaldığı iddiasıyla mahkemeye veren Kutsal Kan Kutsal Kase kitabının yazarlarınca işlenmiş tezler bütünlüğüne göre, İsa Ortodoks Hıristiyan öğretisinin kabul ettiği şekliyle çarmıhta ölmemiş, ölmemekle kalmayıp karnında çocuğunu taşıyan Magdalalı Meryem ile Arcadia'dan da geçmek suretiyle Fransa'ya gelmiştir. Burada da bir şekilde Merovenj Soyu ile birleşmiştir. Söz konusu tezler doğruysa, İsa'nın günümüze dek uzanan bir sülalesi vardır... Sion Tarikatı da bu anlamda söz konusu sülalenin üyelerinin koruyuculuğunu üstlenir. Tapınak Şövalyeleri ise, Sion Tarikatı tarafından kurulmuştur ve daha çok askeri düzlemde faaliyet göstermek gibi bir amaç taşımaktadır. Tabi bütün bunlar en iyi ihtimalle edebi bir çalışmaya uygun gibi gözüküyor. Tarihsel olarak ne İsa'nın soyunun Merovenjler aracılığıyla günümüze geldiği, ne de Tapınakçıların Sion tarikatı aracılığıyla oluşturulduğu yönünde tatmin edici bir veri var.

Ama söz konusu yazarlar, Kutsal Kan Kutsal Kase kitabının devamı niteliği taşıyan kitaplarında İsa ve soyu söylencesine dair bulguların yarattığı sansasyonun, Tapınakçılar'a ilişkin yeni buluşların önemsenmemesi sonucunu doğurduğunu belirterek yakınıyorlar...

Siz bir şey söylediniz diye insanlar o konuya yönelmek, doğruluğunu araştırmak ya da kritik etmek zorunda değildir. Tarihsel bir savın temel dayanağını oluşturacak yeterli bir veri tabanınız olmalı olmalıdır. Kutsal Kan Kutsal Kase yapıtının kaynakları ve zaten yazarlarının da kabul ettiği ölçüde, bu tezi destekler değil... "İsa'nın milislerine katılmışınız" deyimi, 1113-14 yılında bir mektupta geçtiği için, Tapınak Tarikatı'nın kuruluş tarihini öne alamazsınız. Nitekim J.R. Smith'in de belirttiği gibi, İsa'nın milisleri deyimi, sıradan bir Haçlı katılımcısı için yoğun olarak kullanılmaktadır. Tarihsel bir tez ileri sürdüğünüzde, bunu doğrulayacak olan sizsinizdir, böylesine spekülatif bir alanda, yeterli kanıtınız yoksa sizi kimse ciddiye almaz... Yazarların kitaplarındaki tezlerini destekleyen kaynaklar oldukça cılızdır. Zaten çoğu noktada da tarihsel olarak hatalı bilgiler verdikleri gözükür.

10 Eylül 2011 Cumartesi

OKÜLT TARİH ANLAYIŞININ SON YILLARDAKİ YÜKSELİŞİ VE POZİTİF ELEŞTİRİYE GİRİŞ

Örnekler ve kavramlar

1.KONU:

Sunumumuzun temel unsurunu "gizli bilimler" ya da "gizemcilik" olarak açıklayabiliriz. Batılı araştırmacılar konuyu "okültizm" ya da "ezoterizm" gibi sözcüklerle karşılamaktadır. Bu sözcüklere yüklenen anlam, batının, doğa ve toplum bilimlerinde XVII. yüzyılda yaşadığı sıçramanın ardından, "resmi bilim" anlayışından ve üniversite öğretiminden "dışlanmış" disiplinleri vurgulamaktadır.

Bu uygulamaların kökenleri tarih-öncesi insan topluluklarına dayanır. Günümüze dek istisnasız, her toplum, bu uygulamalara eğilim göstermiş; uygulamış ve değer vermiştir. Kuşkusuz bu disiplinler, toplumdan topluma ya da o toplumun "zamandaki" konumuna göre "özgün" nitelikler almıştır. Ancak öyle ya da böyle günümüze dek ulaşmış, herbirimiz için "aşina"lık içermektedir.

2.DİSİPLİNLER.

Bunlardan birkaç tanesini hemen alt alta yazabiliriz: Büyü, yıldız-falları(elbette astroloji), simya, kabala, geleceği görme-medyumluk (kehanet bilgisi), cinlerle ya da ruhani varlıklarla konuşma(satanizm-şeytana tapma), kutsal kitapları okuma ilimi (EBCED)vs.
Bu listede bulunan ve bulunmayan her disiplin için ortak birkaç yön saptayabiliriz.

Başlangıçta, istisnasız olarak her birinin "egemen bilim anlayışından dışlanmış" olduğunu görürüz. Batı biliminin gelişimiyle birlikte eski insan topluluklarının "bilimsel disiplinleri", hurafe ya da batıl inanış olarak nitelenerek "yeraltında" yaşamaya başlamıştır.

İkinci olarak, bilim ve inanç unsurları arasına aşılması imkansız çizgiler çeken XVII. yüzyıl dönüşümünün dayatmasına rağmen, modern toplumlarda da, geleneksel toplumlarda olduğu gibi, bireysel platformda yaşayagelmişlerdir.

3.AMAÇ

Bizim bu sunumdaki amacımız bu disiplinlerin "ansiklopedik" ayrıntılandırmasını vermek değildir. Bu, konuya ilgi duyan herkesin kolaylıkla ulaşabileceği bir amaç; piyasadaki çok sayıda kitap ya da yayın yapmakta olan birçok internet sitesi bu konudaki ilginizi fazlasıyla tatmin edebilir.

Diğer taraftan konu birçoğumuza "sıkıcı", "gereksiz" ya da "saçma" gelebilir. Ancak bu özellikle Doğu Blok'unun çöküşünün ardından yaşanan "düşünsel" sıçrayışın ve tüm dünya bazında geçerlilik kazanmaya başlayan "yeni bir dil ve düşünme biçiminin" gözden kaçırılması anlamına gelebilir. Her ekonomik-sosyal örgütlenme, klasik Marxist literatürde "üst yapı" kurumu olarak betimlenen "düşünsel" süreçleri "yaratıyorsa", içinde yaşadığımız dünyadaki "toplumsal düşün eğiliminin" niteliği bizleri ilgilendiriyor demektir.

4.YÖNTEM ve Yardımcı Disiplinler

Adı geçen disiplinler başlangıçtan beri "kayıt" tutmama eğilimi taşımaktadır. Ağırlıklı olarak toplumun "tamamına kapalı", toplumdan yalıtılmış belli bir sınıfa ait "seçkinci" uygulamalardır. Bilginin aktarımı "ağırlıklı" olarak "mesleği" seçen kişi ile üstat arasındaki usta-çırak ilişkisine dayanır.

Diğer taraftan kimi disiplinlerde açıkça "kayıtsızlık" geleneğinin övüldüğü görülür.

Böylesi bir tema, bizlere araştırmalar için "devasa kütüphaneler" ya da gelişmiş külliyat sunmaz. Özellikle konuya içeriden bakan "araştırmacıların" yapıtlarının konuyu iyice bulandırdığı düşünülürse yazılı belgelere dayanmayan bir tarih araştırması çok sayıda zorluklarla karşı karşıyadır. Alan araştırmaları ise sınırlı bir değer vermektedir. Antropologlarca yüzyılın başında ve ortalarında yürütülen "ilkel kültür" araştırmaları, "gizli bilimlerin" tarihine yönelik araştırmalar için elverişlidir. Ancak yeterli değildir. Bu durumda söz konusu topiğin pozitif tarihçi gözüyle incelenmesi için "birincil belgeler" niceliği itibariyle sınırlı değer taşımaktadır. Bunun yanında ekonomi, tarih, dinler tarihi, etnoloji ve-veya antropoloji ile arkeoloji gibi disiplinlerden de destek alınarak "az ya da çok" yeterli bir tablo oluşturulabilir.

5.Araştırmamızın bireysel tarihi

"Gizli bilimler" konusu ülkemizde 2000'li yılların hemen başında popüler kültüre nüfuz etmeye başlamıştır. "Kuşkusuz" bu geleneksel kültüre adapte olmuş uygulamalardan başka bir şeydir. Gelenek kültüre ait veriler olarak "okült disiplinler" bireysel yaşam için anlamlıdır ve "esnektir". Popüler kültürel veriler olarak okült bilgi ise, kitlelerin "ortaklaşa", sınırları kesinleşmiş, tanımı açık seçik olarak yapılmış verileri "inanç nesnesi" haline getirmesidir. Bu haliyle bireylerin yaşamında eksilmeden gelen inanç verilerinin, 2000 li yıllardan itibaren, kitleleri hedef alacak şekilde oluşturulduğunu ve-veya genişlediğini düşünüyorum.
Konuyla ilgili araştırmalarım 2004 yılında başladı. Akşam gazetesi için hazırladığım bir yazıda Ergun Candan'ın "Sınır Ötesi'"nden çıkan Gizli Sırlar Öğretisi ve A. Vatandaş'ın Timaş'tan çıkan "Ezotireka" isimli kitaplarındaki "iddialı" tezleri başlangıçta önemsememiştim.

6.E.CANDAN ve TEZLERİ

Bu çarpıcı tezlerden birkaçını burada da anmakta fayda var: Bu tezlerden ilki, E.Candan'ın, kitabında geçiyor. Yunan filozofu Platon'un Timaios diyaloğunda da geçen, kayıp kıta Atlantis'e göndermelerde bulunan Candan, bu kıtada yaşanan "iyi" -"kötü" savaşı sonrasında kıtanın sulara gömüldüğü, buradan kaçan "bilgelerin de" dünyanın çeşitli bölgelerinde kültürel gelişimi başlattığını söylüyor.

Biz ilkel kültürlerde de medeniyet kahramanlarıyla tanışmıştık. Onlar da medeniyetlerinin "ülkeye dışarıdan" gelen bir kişinin ürünü olduğunu düşünüyorlardı. ÖRnek olarak Osiris verilebilir. Mısırlılar, Osiris'i aynı zamanda "Nil topraklarına medeniyet" getiren "ata" olarak tanımlamışlardı.

Günümüzde bu Mitolojik tarihin en önemli öğelerinden birisi olan ATlantis adası'nın uygarlık tarihinin beşiği olduğu inanışı yaygınlık göstermiştir.

Kuşkusuz bu tezler okült tarih anlayışının sıklıkla tekrarlanan sözleri ve Candan'a ait değil. Ancak bu tekrarlanan tezlerden bir tanesi ve en önemlisi de, insanın "imal" edilmiş bir varlık olarak tanımlanmasıdır. Tezlerden anladığımız kadarıyla burada üstün bilgeliğe sahip varlıklar yaşamaktaydı ve onlar insanı "tıpkı bir mamül madde" gibi, simyasal bir dönüşüm sonucunda meydana getirmişti.

Bu anlayışın kökenleri Tek Tanrılı Dinlerde de görülebilir. Zira insanın balçıktan ve kutsal nefesten yaratıldığı Kitab-ı Mukaddes ve Kur'an-ı Kerimde de geçen hikayelerdir.

Ancak Candan tarafından tekrarlanan tezler hem "inanç" hem de "tarih" disiplinlerine alternatif bir disiplinin habercisidir. Bizi burada ilgilendiren "bir bilim olarak tarih'e" alternatif oluşturacak savlardır. Zira insan "imal edilmiş bir varlıktır" demek, "arkeolojinin" ve antropolojinin" çalışmalarını değersizleştiren bir bakış açısının ifadesidir.

7.DAN BROWN

Söz konusu iki örnek ve satış rakamlarındaki başarı, yine de kitlesel bir ilginin aynası olma niteliği taşımayabilir. Ancak dönemin bir diğer ilgi çeken yapıtı "Da Vinci Şifresi" ve yapıtın özellikle Batı dünyasındaki etkisi gizem tarihi çalışmalarının "popüler" bir ilgiye kavuşmaya başladığını ve "kitlesel bilincin" en önemli unsuru haline geldiğinin işaretlerini vermekteydi.

Dan Brown, İsa'nın havarilerden birisi olan Magdalalı Meryem ile evlendiği ve bu evlilikten doğan nesilin bugüne dek yaşadığını iddia ediyordu kitabında. Bu güç, Katolik Kilisesi'nin ve resmi hıristiyanlığın dayandığı temelleri tehtit etmekteydi. Kuşkusuz Da Vinci Şifresi bir tarih kitabı değildi ve tarihsel delil ihtiyacı duymuyordu. Ama Dan Brown yaptığı açıklamalarda yapıtını edebi bir eser olarak nitelemekten çok "tarihsel gerçekliklere" işaret eden bir apıt olarak göstermekten de geriye kalmıyordu. Dan Brown belki satış rakamlarını hedeflemişti ama ona karşı çıkan Katolik Kilisesi'nin onun bu amacına, yazarından daha çok hizmet ettiği söylenebilir. Çünkü alternatif kitaplarla piyasa genişledi ve tartışmalar büyüdü. (Bunlardan bir tanesi olan Da Vinci Şifresinin Kırılması isimli kitabın yazarı rahip, Dan Brown'un tezlerinin dikkate alınmamasını, çünkü söz konusu tezleri sınamamıza olanak sağlayacak herhangi bir dönem tarihçisinin, dolayısıyla belgenin bulunmadığına dikkat çekmekteydi)

8.KUTSAL KAN VE KUTSAL KASE

Çok daha enteresan olan Dan Brown'un mahkemeye verilmesiydi. Zira hayalı bir sav, hayali bir olay "gerçek dünyada bir kavgaya neden olmuştur" Türkçe'ye Savaşçı Keşişler tarikatı olarak, Nokta Yayınları tarafından çevrilen "Kutsal Kan Kutsal Kase" isimli yapıtın üç yazarı Dan Brown'u "tezlerini çalmakla" suçlamıştı. Gerçekten de Dan Brown'dan önce bu yazarlar tarihe Sion Tarikatı olarak geçen bir örgütün Haçlı Seferleri sırasında kurularak, Kutsal kase'yi savunma amacına odaklandığını belirtmişlerdi. Bilindiği gibi Kutsal Kase, Mağdalalı Meryem'in karnıydı ve bu haliyle kutsal bir varlığı, İsa'nın soyunu simgeliyordu.

9.TAPINAK ŞÖVALYELERİ

Tapınak Şövalyeleri konusu dikkat çekici bir konudur. İnsanlık tarihinin üzerinde en çok konuşulan ve spekülasyon yapılan örgütünün tarihi aslında basittir.

Yine de bu tarih üzerinde yürütülen sapmalar, özellikle yeraltından dünyayı yürüten örgütler spekülasyonunun özneleri olarak gündemimize yerleştirmiştir.

Kurtlar Vadisi ya da Büyük Hazine gibi tv ve sinema yapıtlarında gözüktüğü gibi Tapınak Şövalyeleri Philippe IV zamanında ortadan kalkmamış ve gizlice örgütlenerek yaşamışlardır. Bizim Ergenekon soruşturmamızda yararlandığımız kaynak olarak gözüken Agarttha bu spekülasyonun ürünüdür.

Agarttha aslında XVIII. yüzyılın icadıdır ve Avrupa'nın sınıf savaşıyla sarsıldığı bir dönemde, "bilgeler yönetimi" özleminin yeniden canlanmasıyla ilgilidir. Marx'ın pozitif teorileriyle yan yana gelişen mistik çözüm önerileridir. Benzer şekilde dünyadan ve gidişattan rahatsız olur, ama farklı yöntemler izler. Saint Yves de Alveydre dünyayı kurtaracak çözüm önerisinin "Hindistan'da" bir yeraltı hükümdarlığı olduğunu belirtir. Onun takipçisi Rene Guenon, bir dünya kralından bahseder.

10.İLK ARAŞTIRMALARIN SONUÇLARI

Söz konusu çalışmalar, "inanç ve tarih" alanında yeniden yapılanma önermektedir. Bu çarpıcıdır. Zira yerleşik inanç ve tarih algısı, Kapitalizm'in bu aşamasında değişime yüz tutmaktadır. Tüm bu ürünlerin her biri, istisnasız olarak popüler kültür tarafından özümsenmiş, kitlesel bir ilgiye muhattap olmuştur.
Yalnızca tarih ve inanç alanı mı?

Elbette hayır. Araştırmalarımız, iizemciliğin tamamen dışlandığı pozitif bilimler alanı da dahil olmak üzere, güncel-siyaset ve uluslararası ilişkiler gibi konularda da "aktif" bir açıklama unsuru olmaya başladığını göstermektedir.

11.YENİ ÖRNEKLER

Türkiye için güncel: Ergenekon soruşturması ve Agarttha.

Evrensel düzlemde tarih: Tapınak Şövalyelerinin etkinliği... (Fransız ihtilalinin gerçekleşmesi ya da Amerika'nın keşfi-İllüminati ve Ortadoğu Planları)-Her sosyo-ekonomik problemin arkasında "gizlide kalmış bireylerin" etkinliği sanısı...

Evrensel düzlemde bilim: Kuantum sistematiği. Evreni düşünceyle etkileme sistematiği, SECRET. Fizik bilimi üzerinden yürütülen spekülasyon

Evrensel düzeyde bilim: Şifalı bitkilerle tedavi ve sağlık kitaplarının satışındaki artış. Alternatif tıp...

Atlantis söylencesi. İnsan ırkının ve medeniyetinin kayıp kıta Atlantis'ten göç eden bilgeler sınıfının oluşturulması.

12. Tarihsel Arka Plan

Böylesi bir gelişim, kuşkusuz "insanlık" tarihi için yeni değildir. Bizler Tarih Öncesi İnsan topluluklarının, Eski Taş Çağı insanının ve Neolitik dönem insanının "tarihi" ve günceli anlamada, onu biçimlendirmede ve etkilemede "okült" olandan yararlandığını biliyoruz. Topluluğun geçmişi doğrudan ritüellere dayanan mitolojik temele sahiptir. Bu temeller topluluğun yeraltından ya da hayvanlardan evrim ya da imal yoluyla geldiğini Diğer taraftan büyü ile ilgili araştırmalar, onun "bir bilim faaliyeti" gibi işlev gördüğünü göstermektedir. Malinovski, iki yerli grubu arasındaki "toprak anlaşmazlığının" mitolojiler yardımıyla barışçıl bir şekilde çözüldüğünü aktarmaktadır.

Neolitik toplumlarda da büyü uygulamalarının "Toprağı verimliliğini" arttırmaya yönelik olarak, bilim faaliyetleriyle yanyana yürüdüğü görülüyor. Dönemin en çarpıcı örneği, Enuma Eliş Destanı'nın, Fırat ve Dicle'nin sularının yükselerek taşkınlara vesile olmadan önce okunmasıdır. Topluluk üyeleri, bu destanı okuyarak, doğal unsurlara Tanrısal emirleri anımsatmış olmaktaydılar.

Tüm Ortaçağ Süresince batı ve islam dünyası, hakim bilimsel pozisyon ile okült arasında çatışma görmeden yaşamış gözüküyor. Kitab-ı Mukaddes tüm Ortaçağ boyunca Batı dünyasının en temel referanslı tarih kitabı olarak okunmuştur. Kuşkusuz cadı avları ya da büyücülerin cezalandırılması gibi unsurlara rağmen, bunlar hurafenin ya da batıl inanışın değil "pagan" kültürünün izlerini taşıması dolayısıyla kötülenmişlerdir. Ortaçağ'ın din adamı yetiştiren okulları Pagan kültüründen nefret etmelerine rağmen, Homeros ve İlyada destanlarını özellikle retorik ve toplum tarihi terslerinde okutmaya devam ediyordu. Ayrıca Batlamyus ve Aristoteles gibi bilim adamlarının tüm Ortaçağ boyunca otoritesini koruduğunu biliyoruz. Özellikle Aristoteles'in belli düzeltmelerle Hıristiyanlaşabildiğini görüyoruz. diğer taraftan tüm gizli bilimlerin yaratıcısı olarak gözüken Mısır Tanrısı Thoth-bilinen ismiyle Hermes-in tüm Ortaçağ Batı dünyasınca saygı duyulan bir figür olduğunu biliyoruz.

Bu algı özellikle Rönesans döneminde de devam etmiştir. Batı Biliminin tüm atılımları, okült bakış açısının ürünüdür. Kepler, Galile, Newton ve Copernicus, açıkça Hermetik felsefenin esinlediği buluşlarla batı bilimine yön vermiştir.

Birkaç örnek verelim: Copernicus, evrenin merkezinde dünyanın değil de güneşin bulunduğunu belirtmişti. Bunu da akıl yürütmelerle yaptı. M. Bernal'a göre bu buluşlarını yaparken, bunu ileri sürmenin imkanının bilimsel teknik olarak bulunmadığı bir çağda yapmıştı. Bir kaynağı olmalıydı ki, o güne dek, kimi Helen astronomları çok merkezli evren kuramından bahsetse de, en istikrarlı güneş merkezli kuram "Hermes" metinlerinde yer almıştı. Diğer taraftan Hermes şiirlerinde "gökyüzünün en büyük Tanrısı sıfatı: Güneş'e verilmiştir. Copernicus da Türkçe'ye de çevrilen "Gökcisimlerinin Dönüşleri Üzerine" isimli yapıtının hemen başında Güneş'i görünen Tanrı olarak tanımlamaktadr.

Kepler'in de üç temel hareket yasasının "üretilmesinde" Hermetik felsefeden yararlandığını biliyoruz. Konuyla ilgili Bilim Tarihçisi Westfall'dan bir alıntı, yararlı olacaktır:

"KEPLER'in yarattığı çekicilik ve şaşkınlığın hiç değilse yarısı, üç yasasının altında gizlendiği spekülasyonlar yığınından ileri geliyordu. Müzik armonileri ile gezegen hareketleri arasındaki ilişkiden tutun da, evrenin geometrisel mimarisine kadar varan spekülasyonlar ile gök dinamiğinin üzerine kurulduğu ve öncekilerden daha az yanlış olmayan ve kısa süre sonra vazgeçilen kavramların hepsi de 20. yüzyılın anlayışına son derece yabancıdırlar. Bugün de doğru olarak kabul ettiğimiz yasaların uzun süreden beri reddettiğimiz ilkelerden elde edilişini nasıl açıklayacağız?"

Bu sorunun yanıtında Westfall, Hermetik Metinleri kullanmamaya özen gösteriyor.

Bizler XVII. yüzyılın dönüşümlerinin kısa sürede arka planlarını dışladığını düşünmeyiz. August Comte'nin tarihi pozitif bir bilim gibi ele alma dürtüsü, Batı'nın "bilim" ile inanç arasında kesin sınırlar çizilmesine vesile olmuş gibidir. Batı'nın atılımlarıyla inanç ve okült, bireyin yaşam alanına sıkışmıştır.

Bu durum 2000 li yılların başında olgunlaşmış bir şekilde dağılmıştır. Batı dünyasını da içine alan dünya algısı, incelenmesi gereken bir dünya eğilimi yaratmıştır.