Anadolu’nun,
kaydı tutulamayan zamanlara uzanan geçmişi, bu toprakları kendisinin zanneden
nice medeniyetlerin mezarlarıyla nakşedilmiştir.
O
mezarların üzerinde, düşmanların ayak sesleri yankılanır; l anetlemeler bir işe
yaramaz.
İnsanlığın
ortak değerlerine ulaşamamış her yağmacı barbar, kendisinden daha güçlü bir
istilacıyı bekler; beklerken katleder.
Tarihin
güçlü medeniyetleri, “ötekinin” farklılığını hiçe indirgeme çabasına
girmeyenlerce kurulmuştur. Sümer’in, Mısır’ın, Hint’in ya da Çin’in günümüze
kalan ihtişamının ana fikri buradadır. Diğerlerini reddetmeyen, özümseyen ve
daha yüksek bir kültürel oluşumun olanaklarını, kaynaşmada bulan…
Din ve kimlik
XIX.
yüzyıldan önce de ulus kavramının inceliklerini karşılayan “tanımlamalar”
kullanılmaktaydı. Tüm İlkçağ toplulukları da dâhil olmak üzere, modernizm
dayatmasına dek “din-inanç” odaklı verilerden yararlanılmaktaydı. Kişinin
kökeni pek az önem taşırdı; kimlik eşittir “dindi”.
Bu
dini varyasyon, bir şehrin halkını “kardeş” ve aynı kökten gelen insanlar
olarak kabul ederdi. Elbette kimi antik şehirlerin duvarları, surları vardı.
Ama hiçbirisi “kendi içinde”, kendi kardeşine duvar ya da set çekmemişti
.

Çok
daha ilginç olanı, bir dinin aynı dinin inananlarına saldırısıdır. Buna da mezhep
savaşları dendi. Tarihin ilk soykırımı, bu bağlamda Fransa’nın Güney’ine
yapılan Haçlı Seferleriyle gerçekleşti. Cathar Seferi olarak bilinen bu
seferde, Haçlı orduları, kendileri gibi Hıristiyan bir halkı dur durak bilmeden
katletti. Papa, ordu komutanının kendisine yazdığı bir mektuptaki:
“Kim
günahkâr kim iyi Hıristiyan ayırt edemiyoruz? Ne yapmamızı önerirsiniz?”
sorusuna “Siz hepsini öldürün, Tanrı karar versin!” şeklinde yanıt verdi.
Faşizmin
anakronik bir yorumuyla karşılaşırız burada.
Ulus ve kimlik
Buna
rağmen, faşizm, “ulus” kavramının türevidir. Batının çizdiği medeniyet
yolunun “vahşi kapitalizm” gibi açmazları olduğunu zaten öğrenmiştik. Büyük
Buhran sırasında, kitlelerin açlığın pençesinde kıvrandığı dönemlerde, yalnızca
pirinç fiyatları düşmesine diye tonlarca unu denize dökenlerin hesabını
vicdanlarına havale ederek sormaya çalışmak sanırım pek uygun bir çözüm
değildir.
Faşizm,
“vahşi kapitalizmin” çıkmazlarından birisidir. Batının göreli demokrasilerinin
ulaştığı konfor, refah ve ilerleme, ancak dünyanın geri kalan kısmı “bunlara
sahip olamadığı” için var olan değerlerdir. Bir diğer deyişle dünyanın geri kalanı Avrupa
medeniyeti için Totem Hayvanıdır. Ondan yaşam gücü ve değerleri çalınır; bunun
için ölen hayvanın ruhuna dua okunur ve bu ruhun kendisine saldırmasını önlemek
için telkinlerde bulunulur.
Bu
Avrupa’nın özündeki “ırkçılığı” görmemizi engellemez. Elbette, II. Dünya
savaşının viraneye çevirdiği Avrupa topraklarında, bu ilkel dürtünün
törpülenmesi yolundaki kurumsal atılımlar epeyce yerleşmiştir. Faşizm belası,
Üçüncü dünya ülkelerinin emperyalizm tarafından rahatlıkla sömürülmesi yolunda
bir araç haline getirilir. 12 Eylül öncesinde Türkiye’nin faşistleri, çürümüş
bir sistemin dönüşümü olasılığını engellemenin baş aktörleriydi. En sonunda
ülkede sağ-sol savaşı vardı; kardeş kardeşi kırıyordu dendi.
Bir kez daha
yağmacılara gün doğmuş olur.
Faşizm nedir?
Faşist
dürtüler öyle bir yerden kaynaklanır ki, sözcüğü duyduğunda şöyle bir irkilen,
kendini ilerici, devrimci ya da her nasılsa sosyalist olarak tanımlayan kişiler
dahi, dikkatlerinden kaçan “sözlü” uyaranlarla onun esiri olduğunu gösterir.
Çoğunlukla kendilerinin faşist olduğunu bilmezler.

O
halde, ezilmişin, dışlanmışın, sosyo-kültürel olarak geri bırakılmışın isyanına
katılmayan “sosyalist” kuramsal olarak mümkün değildir.
Faşistin
temel tavrı, kendisini de içine alan grubun, a priori üstünlüğünü ve
paylaşımsız iktidar gücünü savunmasıdır. Bu gerek belli bir toprak parçası
üzerinde(ülke) gerekse sınırsız bir toprak yayılımı savunusuyla
gerçekleşebilir. Bununla birlikte temel mesele, “üstün ırk” fikrini savunma ile
tamamlanamaz; ancak “ötekinin” mutlak değersizliği inancına dayanır.
Nasyonal
sosyalizmin Türkiye’deki yorumu
“Toptan
kötü, hain, vicdansız ya da satıcılar” şeklindeki ibarelerin Kürt halkına
yönlendirildiği bu günlerde, beklemediğimiz kaynaklardan yükselen “faşist”
tepkiler, şuur altı boşaltımı olarak açıklanabilir.
Freud,
ilkel dürtünün doğru kabul ettiği değerlerin, benlik tarafından reddedilmesinin
uzun bir zamana ihtiyaç duyduğunu belirtmişti. Bunun için gerekli olan
koşullar, yetişkinlikte tamamlanır genellikle. Ama tamamlanmadığı da olur.
Kaynağı
belirsiz iğrenme, asimilasyon arzusu, öfke nöbetleri, katliam isteği… En
azından çekip gitmeleri beklentisi…
Hıristiyan’ın
Hıristiyan’ı kırdığı Haçlı seferinde Papayı yönlendiren bu dürtüler,
Osmanlı’nın Alevi kıyımını gerçekleştirenlerde de vardı. Bugün Kürt halkına
sistemli şekilde saldıran egemen güçleri ve onlara destek sunan yandaşlarını, yüzyıllar
öncesinin barbar ve hainleriyle aynı parantezde buluşturan da buydu.
Kapitalizmin
Türkiye gibi ülkelerde yaşayan çarpık yorumu, kendisine “ulus” diyen kitlelerin
geçmişten getirdiği düşünülen “ırksal” özellikleriyle birleştiğinde kontrol
edilmesi mümkün olmayan bir çeşitlilik yaratır. Türkiye’de bu örnek kendisini “Türkiye’de yaşayan Türktür!” ya da “Ya
sev ya terket!” gibi kimliğe sokma çabalarının devletin silahlı güçleriyle
desteklendiği yüzyıllık bir geçmişin ardından, gündelik hayata yayılmış bir
Kürt karşıtlığına dönüşerek gösterir.
Birisini
kaba, itici ya da görgüsüz görmüşsek; “Kürt gibi!” ifadesinde yerleşik, ırkçı
önyargılarımızın farkında değilizdir. Güler geçeriz.
Zamandan
mekana değişir, düşünmeden yoksun, hayvancıl
lanetlemelerimiz… Latinlere, zencilere, eşcinsellere yönelir.
Dünya
düzeyinde itibarını kaybetmiş, geri kalmış ya da bırakılmış ulusun fertleri,
kendisini “ötekini” küçümseyerek yüceltmek gibi, ilkel bir projenin peşine
takılmış gözüküyorsa da bu hiçbir şey açıklamaz.
Gezi, Lice ve
İçimizdeki Faşistler
Lice’de
Karakol yapımına direnen halka yönelik katliam, Gezi olayları ekseninde
“Kürtleri” dışlayan ve hain olarak yaftalayan azımsanmayacak oranda isyancının
neliğini bir kez daha sınanır hale getirmiştir. Türkleri, insanlık tarihinin
değerleri arasına katacak katkı buradadır ve şayet varsa, kendisini Türk olarak
tanımlayan insanların, bunca yıllık dışlayıcı edimlerine son vermek için eşsiz
bir fırsattır.
Sorun
bir ulusa tanınan hakkın, diğer ulusa tanınması meselesinden daha derindir.
Kendisini bir gruba ait hisseden insanların, “diğer grupların” kullandığı
haklara sahip olma meselesidir.
Kürtlere
haklar vermek, onları tanımak; Türkiye’ye ne getirir, ne götürür; bu hesap
manasızdır. Bunu düşünmeye sorgulamaya dahi hakkımız yoktur.
Bu
hak, bir ağacın kesilmeme, doğanın yok edilmeme, canlının öldürülmeme hakkıdır.
İnsanlık
tarihi, ezilenlerin, dışlananların edimleriyle yazılır. Tarihte ismi geçmeyen
nice kahraman, insanlığın büyük ideallerinin ruhunda yaşamaya devam eder. O
ruha ihanet, kendi ideolojik tutarlılığını dahi kurmaktan yoksun “facebook”
kültüründeki lanetlemeleri baş tacı edebilir.