29 Haziran 2013 Cumartesi

Gezi, Lice ve Halkların Ortak Direnişi...

Anadolu’nun, kaydı tutulamayan zamanlara uzanan geçmişi, bu toprakları kendisinin zanneden nice medeniyetlerin mezarlarıyla nakşedilmiştir.

O mezarların üzerinde, düşmanların ayak sesleri yankılanır; lanetlemeler bir işe yaramaz.

İnsanlığın ortak değerlerine ulaşamamış her yağmacı barbar, kendisinden daha güçlü bir istilacıyı bekler; beklerken katleder.

Tarihin güçlü medeniyetleri, “ötekinin” farklılığını hiçe indirgeme çabasına girmeyenlerce kurulmuştur. Sümer’in, Mısır’ın, Hint’in ya da Çin’in günümüze kalan ihtişamının ana fikri buradadır. Diğerlerini reddetmeyen, özümseyen ve daha yüksek bir kültürel oluşumun olanaklarını, kaynaşmada bulan…

Din ve kimlik

XIX. yüzyıldan önce de ulus kavramının inceliklerini karşılayan “tanımlamalar” kullanılmaktaydı. Tüm İlkçağ toplulukları da dâhil olmak üzere, modernizm dayatmasına dek “din-inanç” odaklı verilerden yararlanılmaktaydı. Kişinin kökeni pek az önem taşırdı; kimlik eşittir “dindi”.

Bu dini varyasyon, bir şehrin halkını “kardeş” ve aynı kökten gelen insanlar olarak kabul ederdi. Elbette kimi antik şehirlerin duvarları, surları vardı. Ama hiçbirisi “kendi içinde”, kendi kardeşine duvar ya da set çekmemişti
.
Elbette tarih,“dini” kimliğin kapsayıcılığı ve dünyanın barışı idealine sunacağı katkının eleştirisini verdi. Haçlı Seferleri, Reform hareketleri ve sonrasında XX. Yüzyılda Filistin topraklarında yaşananlar “din adına” işlenen cinayetlerin tarihi hakkında epey bir veri sundu.

Çok daha ilginç olanı, bir dinin aynı dinin inananlarına saldırısıdır. Buna da mezhep savaşları dendi. Tarihin ilk soykırımı, bu bağlamda Fransa’nın Güney’ine yapılan Haçlı Seferleriyle gerçekleşti. Cathar Seferi olarak bilinen bu seferde, Haçlı orduları, kendileri gibi Hıristiyan bir halkı dur durak bilmeden katletti. Papa, ordu komutanının kendisine yazdığı bir mektuptaki:

“Kim günahkâr kim iyi Hıristiyan ayırt edemiyoruz? Ne yapmamızı önerirsiniz?” sorusuna “Siz hepsini öldürün, Tanrı karar versin!” şeklinde yanıt verdi.

Faşizmin anakronik bir yorumuyla karşılaşırız burada.

Ulus ve kimlik

Buna rağmen, faşizm, “ulus” kavramının türevidir. Batının çizdiği medeniyet yolunun “vahşi kapitalizm” gibi açmazları olduğunu zaten öğrenmiştik. Büyük Buhran sırasında, kitlelerin açlığın pençesinde kıvrandığı dönemlerde, yalnızca pirinç fiyatları düşmesine diye tonlarca unu denize dökenlerin hesabını vicdanlarına havale ederek sormaya çalışmak sanırım pek uygun bir çözüm değildir.

Faşizm, “vahşi kapitalizmin” çıkmazlarından birisidir. Batının göreli demokrasilerinin ulaştığı konfor, refah ve ilerleme, ancak dünyanın geri kalan kısmı “bunlara sahip olamadığı” için var olan değerlerdir.  Bir diğer deyişle dünyanın geri kalanı Avrupa medeniyeti için Totem Hayvanıdır. Ondan yaşam gücü ve değerleri çalınır; bunun için ölen hayvanın ruhuna dua okunur ve bu ruhun kendisine saldırmasını önlemek için telkinlerde bulunulur.

Bu Avrupa’nın özündeki “ırkçılığı” görmemizi engellemez. Elbette, II. Dünya savaşının viraneye çevirdiği Avrupa topraklarında, bu ilkel dürtünün törpülenmesi yolundaki kurumsal atılımlar epeyce yerleşmiştir. Faşizm belası, Üçüncü dünya ülkelerinin emperyalizm tarafından rahatlıkla sömürülmesi yolunda bir araç haline getirilir. 12 Eylül öncesinde Türkiye’nin faşistleri, çürümüş bir sistemin dönüşümü olasılığını engellemenin baş aktörleriydi. En sonunda ülkede sağ-sol savaşı vardı; kardeş kardeşi kırıyordu dendi. 

Bir kez daha yağmacılara gün doğmuş olur. 

Faşizm nedir?

Faşist dürtüler öyle bir yerden kaynaklanır ki, sözcüğü duyduğunda şöyle bir irkilen, kendini ilerici, devrimci ya da her nasılsa sosyalist olarak tanımlayan kişiler dahi, dikkatlerinden kaçan “sözlü” uyaranlarla onun esiri olduğunu gösterir. Çoğunlukla kendilerinin faşist olduğunu bilmezler.

Türkiye’de Kürt haklarını savunmayı dahi beceremeyen “sosyalist” kültürün olanaksızlığı bir yönüyle bundan kaynaklanır. Zira sosyalist kişinin metafizik bir inancı varsa, o da değerlerin kan ya da soy yoluyla değil, ortak bir gelecek hedefiyle anlamlandığıdır. Ortak gelecek, dünyanın tüm kimliklerinin kardeşliği idealiyle mümkündür.

O halde, ezilmişin, dışlanmışın, sosyo-kültürel olarak geri bırakılmışın isyanına katılmayan “sosyalist” kuramsal olarak mümkün değildir.

Faşistin temel tavrı, kendisini de içine alan grubun, a priori üstünlüğünü ve paylaşımsız iktidar gücünü savunmasıdır. Bu gerek belli bir toprak parçası üzerinde(ülke) gerekse sınırsız bir toprak yayılımı savunusuyla gerçekleşebilir. Bununla birlikte temel mesele, “üstün ırk” fikrini savunma ile tamamlanamaz; ancak “ötekinin” mutlak değersizliği inancına dayanır.

Nasyonal sosyalizmin Türkiye’deki yorumu

“Toptan kötü, hain, vicdansız ya da satıcılar” şeklindeki ibarelerin Kürt halkına yönlendirildiği bu günlerde, beklemediğimiz kaynaklardan yükselen “faşist” tepkiler, şuur altı boşaltımı olarak açıklanabilir.

Freud, ilkel dürtünün doğru kabul ettiği değerlerin, benlik tarafından reddedilmesinin uzun bir zamana ihtiyaç duyduğunu belirtmişti. Bunun için gerekli olan koşullar, yetişkinlikte tamamlanır genellikle. Ama tamamlanmadığı da olur.

Kaynağı belirsiz iğrenme, asimilasyon arzusu, öfke nöbetleri, katliam isteği… En azından çekip gitmeleri beklentisi…
Hıristiyan’ın Hıristiyan’ı kırdığı Haçlı seferinde Papayı yönlendiren bu dürtüler, Osmanlı’nın Alevi kıyımını gerçekleştirenlerde de vardı. Bugün Kürt halkına sistemli şekilde saldıran egemen güçleri ve onlara destek sunan yandaşlarını, yüzyıllar öncesinin barbar ve hainleriyle aynı parantezde buluşturan da buydu.

Kapitalizmin Türkiye gibi ülkelerde yaşayan çarpık yorumu, kendisine “ulus” diyen kitlelerin geçmişten getirdiği düşünülen “ırksal” özellikleriyle birleştiğinde kontrol edilmesi mümkün olmayan bir çeşitlilik yaratır. Türkiye’de bu örnek kendisini “Türkiye’de yaşayan Türktür!” ya da “Ya sev ya terket!” gibi kimliğe sokma çabalarının devletin silahlı güçleriyle desteklendiği yüzyıllık bir geçmişin ardından, gündelik hayata yayılmış bir Kürt karşıtlığına dönüşerek gösterir.

Birisini kaba, itici ya da görgüsüz görmüşsek; “Kürt gibi!” ifadesinde yerleşik, ırkçı önyargılarımızın farkında değilizdir. Güler geçeriz.

Zamandan mekana değişir, düşünmeden yoksun, hayvancıl  lanetlemelerimiz… Latinlere, zencilere, eşcinsellere yönelir.

Dünya düzeyinde itibarını kaybetmiş, geri kalmış ya da bırakılmış ulusun fertleri, kendisini “ötekini” küçümseyerek yüceltmek gibi, ilkel bir projenin peşine takılmış gözüküyorsa da bu hiçbir şey açıklamaz.

Gezi, Lice ve İçimizdeki Faşistler

Lice’de Karakol yapımına direnen halka yönelik katliam, Gezi olayları ekseninde “Kürtleri” dışlayan ve hain olarak yaftalayan azımsanmayacak oranda isyancının neliğini bir kez daha sınanır hale getirmiştir. Türkleri, insanlık tarihinin değerleri arasına katacak katkı buradadır ve şayet varsa, kendisini Türk olarak tanımlayan insanların, bunca yıllık dışlayıcı edimlerine son vermek için eşsiz bir fırsattır.

Sorun bir ulusa tanınan hakkın, diğer ulusa tanınması meselesinden daha derindir. Kendisini bir gruba ait hisseden insanların, “diğer grupların” kullandığı haklara sahip olma meselesidir.

Kürtlere haklar vermek, onları tanımak; Türkiye’ye ne getirir, ne götürür; bu hesap manasızdır. Bunu düşünmeye sorgulamaya dahi hakkımız yoktur.

Bu hak, bir ağacın kesilmeme, doğanın yok edilmeme, canlının öldürülmeme hakkıdır.

İnsanlık tarihi, ezilenlerin, dışlananların edimleriyle yazılır. Tarihte ismi geçmeyen nice kahraman, insanlığın büyük ideallerinin ruhunda yaşamaya devam eder. O ruha ihanet, kendi ideolojik tutarlılığını dahi kurmaktan yoksun “facebook” kültüründeki lanetlemeleri baş tacı edebilir.