Sevgilim;
Kimsenin
görmediği yerlerde yaşamış ve ölmüşlerin sesidir “ozan”; onun ağzından dökülen
sözler, toprakta yaşayan kadim bir güçtür. Hiç bitmeyenin,
değişmeden kalanın; Tanrı’nın ve-veya doğanın aracıdır.
İnsanoğlu, ölümsüzlüğü
aramıştır hep. Arayışın sonu, gizlide kalmış içrek bir güce varır. Ölümün ardından yaşayan, ölümsüz bir töz…
Ve
insan ruh ile tanışır.
Öylesine
inanır ki ona, ruh gerçek olur sonunda.
Tarihin beşiğinde, Sümer’de kucağımıza düşer
Gılgamış’ın öyküsü. Acılardan öte acı, harabiyetten öte haraptır yollar ve
Gılgamış, Utnapistim’in aksine, “ozan” değildir; nitekim bir cenk adamının izi,
ilmin ve hikmetin büyüleyici alanına girmedikçe silinip gider.
Gılgamış
kendisini ölümsüz kılmaları için ozanlardan yardım istemiştir.
Gılgamış
gibi yollara düşmüştür niceleri, Mısır’da Kral’ın Tanrılığı çok geçmeden
isyancıların eline geçer. Ayak takımı, onun Tanrısallığından pay ister. Fetret
Devriyle birlikte Krallara özgü ruhani sıfatlar; emekçilerin, isyanla ele
geçirdiği payelere dönüşür. Ozanların gözüyle ulaşırız binlerce yıl öncesine ve tarih onların dilinden güzeldir.
Homeros'un ölümsüzlüğü; ruhumuzun derinliklerine sızan değerlerin taşıyıcısı oluşundandır.
Sevgilim:
Ozan bize unutmamamız gerekenleri hatırlatır o halde.
Ruh, bir
bilgenin sözüdür; bir ozanın şiiri ve onun elinde can bulan enstrümanın insanın
yaşama gücüne yaptığı katkıdır. Toplumun bağlarını zayıflatan modern dünyanın
ve pozitivist yaşam algısının ortasında ötelere itilmiş, elle tutulmaz, gözle görülmez bir güçtür
Aşkı ele
alır misal; yüreği sarsıntılarıyla dağların yamaçlarına çalar:
“Ağarsa saçların belin bükülse
Birer birer hep dişlerin dökülse
Kurusa vücudun kanın çekilse
Gine şu gönlümün yârisin benim…”
Aşk, ölüme
karşı panzehirdir elbet. Yine de can tatlıdır derler ve çekip gitmenin derdi
pek zor zaptedilir.. Ölümü mevzu edinir ozan, tarih öncesi çağlardan bu yana “dağılma”
itkisinin önünde durmaktadır. Ve ozanın ruhu N. Ertaş’ta yaşamaktadır:
“Ne yemek ne içmek ne tadım kaldı
Garip bülbül gibi feryadım kaldı
Alamadım eyvah muradım kaldı
Ben gidip ellere kalan dünyada…”
Ölümdür tek
gerçek, İsrail Kralı, Davud’un oğlu Vaiz’in dediği gibi; ve ozanın sözleri
dünyayı yalan olmakla nitelerken, “nihai” bir hayata ve geçerliliğini
yitirmeyen değerlere gönderme yapar. Modern tek Tanrılı dinlerin ahiret
mutluluğuna aykırı değildir söyledikleri. Ama onun yüzü sorgusuzca insana
dönüktür ve o dünyayı yaşamaya değer bir yer yapmaya çalışır.
Cennet, onun
gözünde “dünyaya” inmelidir.
Yüzyıllar
öncedir ve “Bir tek gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil” diyen Yunus’a
yanıttır ozanın sözleri;
“Garibim can yıkıp gönül kırmadım
Senden ayrı ben bir mekân kurmadım
Daha bir gönüle ikrar vermedim”
Aynı
kaynaktan su içer. Ağaçtır Anadolu ozanı, bir dalı İlyas’tır, biri Hızır; dalında öten Hacı Bektaş’tır. Biri gider hakkın sesi geri gelir; ağacı sulayan "yeryüzünün halifesine minnet
etmeyen Nesimi’dir. Hakka ve aşka dayar sırtını ozan; manayı bulur ve ona iman eder.
Sözünde sır vardır ve talan etmez; "haktan" geleni zahire çalmaz.
“Garibim babamdı Muharrem usta
“Bilirim aşıktı sevdiği dosta
Sazımın emaneti, diyen en son nefeste
Sazın ulu’sunu neyledin dünya”
Sevgilim;
Sen belki
bilmezsin, uzaktasın.
Ben üzülmem,
zira ölen bir ozandır ve bu toprakta onların sonu gelmez...
N. Ertaş, sözlerindeki
nurlu ışıkla dolanır bu toprağın üzerinde.
Yaratıştan
önce, Rab’bin ruhunun karanlık suların üzerinde uçması gibi.