15 Haziran 2012 Cuma

BARCELONA, THY GREVİ ve SPONSORLUK ANLAŞMASININ İPTALİ HAKKINDA


Barcelona tarihi

Günümüz futbolunun devi Barcelona(Futbol Club Barcelona) 29 Kasım 1899 yılında İspanya'nın Katalonya özerk bölgesinde kurulmuş...

Katalonya bölgesi, İspanya'nın kuzeydoğusunda yer alıyor. 2006 yılı tahminlerine göre  7 milyonun üzerinde nüfusa ve "Avrupa'nın en özerk bölgesi" ünvanına sahip.

Ancak Katalonya İspanya için özel değil, zira ülke 17 özerk bölge ve 2 şehire ayrılmış durumda. Özerk toplulukların siyasi hakları anayasanın ikinci maddesine göre düzenlenmiş...

Bölgeler ve milletlerin "özerklik" haklarını kabul eden madde ile birlikte anayasanın, bu farklılıkların tanınmasının "İspanyol milletinin birliği kabulüne" tezat oluşturduğunu öngörmediği anlaşılıyor.

Kurucu, kaptan, golcü: Joan Gamper

FC Barcelona'nın kurucusu Joan Gamper aslında İsviçreli. Elbette bir futbol tutkunu; aktif bir futbolcu. Bir akrabasını ziyaret için geldiği İspanya'nın Katalonya bölgesinde, 22 Ekim 1898 tarihli bir gazete ilanıyla "bir futbol kulübü" kurmak isteğini dile getiriyor. Çağrıya olumlu yanıt verenler 29 Kasım'da bir araya geliyor ve FC Barcelona böylelikle kurulmuş oluyor. Kulübün kuruluşu, sporun "ulus", "milliyet" ya da "din" gibi "üst kimlik" iddiası taşıyan unsurları değersizleştiren niteliğe sahip. İspanya'nın Katalonya bölgesinde bir İsviçreli, gazete ilanına yanıt veren İspanyol ve İngilizlerle bir futbol kulübü kuruyor. Amaç, yalnızca futbol oynamak.
Gamper kulüp kurulduğunda 22 yaşında, yani futbol oynamaya müsait durumda... Oynuyor da. 1899-1903 yılları arasında, kurduğu kulüp Barcelona adına 48 maça çıkıyor, 100'den fazla gol atıyor. 1908 yılında da kulübün başkanlığına geliyor. Kulübü maddi krizden, kapanmanın eşiğinden kurtarıyor; Barcelona'ya gönül verenlere bir stat kazandırıyor, iş adamlarıyla kurduğu bağlantılar sayesinde  finansman olanakları sağlıyor. Onun zamanında, 1922'de, Barcelona 10 binin üzerinde üyeye kavuşuyor.

Politik muhalefet ve Barcelona

Milliyetçi Katalonya bölgesi ile Kraliyet yönetimi arasındaki çelişkiler, her fırsatta kendini ele veriyordu.

Ülkenin yüzyılın ilk çeyreğinde Primo de Rivera gibi darbeci generallerin elinde iç savaşa sürüklenişi karşısında, "ayrılıkçı" bir siyasi duyarlılık beliriyor. Politik aktörlere yönelik köktenci tepki, kulübü sahiplenen taraftarların "Barcelona" kimliğini merkeze alan protestolar geliştirmesine yol açıyordu. Örneğin 24 Haziran 1925 yılında gerçekleşen bir karşılaşma sırasında Barcelona taraftarları İspanya milli marşını ıslıklıyor.

Bu ise Primo de Rivera'yı Barcelona'nın stadı "Les Corts"u altı aylığına kapatma kararı almaya itiyor.

Bu başkan Gamper için sonun başlangıcıdır; ailevi sorunlar ve finansal sıkıntılarla başa çıkamayan Gamper, ani bir depresyonla intihar ediyor.

Katalonya bölgesi, Rivera'nın yanlış yönetimiyle hızlanan "iç savaş" sürecinde "politik" mücadenin önemli bir aktörü haline geliyor. Doğal olarak Barcelona futbol kulübü de... İspanya'da seçimle işbaşına gelen "Cumhuriyetçi Halk Cephesi'nin" iktidarını tanımayan ordu komutanı Francisco Franco 17 Temmuz 1936'da darbe tertipliyor. Milliyetçi İspayolları da arkasına alan ordu güdümlü darbe girişimi, bütün İspanya'yı yıkıma sürükleyen 3 senelik iç savaş sonunda başarıya ulaşıyor; 1 Nisan 1939'da Franco, ülke yönetimini ele geçiriyor. Katalonya, iç savaş sırasında sosyalist,anarşist ve cumhuriyetçi direnişin en önemli kalelerinden birisi olarak sivriliyor.

İç savaş sonrasında Katalonya, Faşist Franco'ya karşı direniş gösteren önemli merkezlerden birisi haline geliyor. Öyleki, Franco'nun "özerk kültürlere" karşı baskısı ve İspanyolca dışındaki dillerin konuşulmasını yasaklaması gibi  politikaları karşısında Barcelona'yı desteklemek, "Katalan" olmanın, yani Franco politikalarına direnişin bir sembolü haline geliyor.

Galatasaray taraftarı ve protesto eylemi

Barcelona'nın tarihsel süreçte oynadığı rol, futbolun yalnızca bir "oyun" olduğunu savunan egemen zihniyetin sıkı bir eleştirisini veriyor aslında. "Futbola politika bulaştırmayalım!"  gibi çağrılar ya da "ne sağcıyım ne solcu, futbolcuyum futbolcu!" gibi gündelik dilimize yerleşmiş bildirimlere inat, "futbolun", Galeano'nun belirttiği gibi "toplumsal bilincin bir simgesi" olarak işlev gördüğünü ortaya koyuyor. Çok yakın bir zamanda, Galatasaray'ın yeni stadı Türk Telekom Arena'nın açılışı sırasında, devlet erkanının taraftarlarca protesto edilişi gibi örneklerden de görüldüğü gibi, "ani ve yıkıcı" kitle hareketinin egemenlerde nasıl endişe uyandırdığı görülüyor. Böyle olunca da, Türkiye'de, 12 Eylül sonrasında "politikasız bir futbol alanı" hedefinin, neden, neredeyse resmi devlet politikası gibi işlenmeye çalışıldığını anlamak kolaylaşıyor.

Ülkemizin egemenleri futbolu "politikadan" soyutlama yolunda istediği kadar irade göstersin, toplumsal yaşamın doğasına aykırı bir istem, reel dünyada karşılık bulmuyor, bulamıyor.

Bilindiği gibi Türkiye'nin en büyük hava yolu taşımacılık şirketi THY ile Barcelona arasında "resmi sponsorluk" anlaşması var. Ancak geçtiğimiz aylar içerisinde yaşanan ve ülke gündemini bir hayli meşgul eden "THY Grevi" bu anlaşmayı tehdit eder bir boyuta ulaştı.

THY Grev Süreci

Grev süreci, THY A.O. ile Hava-İş Sendikası arasındaki 23. Dönem Toplu Sözleşme Süreci'nin anlaşmazlıkla sonuçlanmasıyla başlamıştı. 19 Ocakta başlayan toplu iş sözleşme görüşmeleri sonucunda 13 asıl ve 2 geçici maddenin hiçbirisinde mutabakat sağlanamamıştı. Görüşmelere konu olan maddeler, Türkiye'de çalışanların, emekçilerin ve işçilerin, egemenler için ne ifade ettiğinin tipik bir göstergesiydi: Yıllık ücretli izinler, mazeret, hastalık izinleri ve yemek ücretlerideki artışın "öngörülmemesi" , evlenme, sosyal yardım, kreş, emzirme, ölüm izinlerindeki artış talebinin reddi...

Feodal Toplumun serfleri de bu tip haklara sahip değildi. Neyseki bizi modern Batı Demokrasilerine bağlayan ve Feodal Toplumsal yapının sosyal yaşam biçiminden ayıran unsurlar var(!). Biz laik, demokratik, sosyal bir hukuk düzeniyiz, 82 anayasasının bu temel maddelerinin her birinin içeriği, son yıllarda artan bir ivmeyle, sıkı tartışmaların konusu olsa da...

THY çalışanlarını greve götüren süreç, şirket ile Hava-iş Sendikası arasındaki görüşmelerin,   "uyuşmazlık zaptı"nın 19 Mart'ta imzalanması ile çıkmazı girişiyle hızlandı. Hava-İş Sendikası, çeşitli vesilelerle  yaptığı açıklamalarda "çalışan haklarının geriye götürülmek istendiği"ni duyurdu. Yüzde 10.45 olarak açıklanan resmi enflasyon rakalmlarına karşılık THY'nin çalışanlarına öngördüğü zam oranı yüzde 3'te kalmış, ayrıca uçuş güveliğini riske eden "dinlenme sürelerinin kısaltılışı" gibi maddeler, görüşmelerin bir sonuca ulaşamadan tıkanmasına yol açmıştı.

Kuşkusuz işlerin çığırından çıkmasına vesile olan girişim, "Milletin Temsilcisi" edebiyatıyla Türkiye insanının kodlarına "kutsal" bir varlık olarak nüfuz etmek isteyen meclisin, "havacılık hizmetlerine grev yasağı getirilmesini öngören" yasa teklifiydi. Grev gibi olası bir tehlikeyi engelleme girişimine kendilerini adamış "yöneticiler", bir kez daha, çalışanın, emekçinin, işçinin, memurun; Marx'ın deyimiyle, "tüm zenginlikleri yaratan, ama ona sahip olamayan"ların değil, sermayenin devleti olduğunu gösterdi.

Karara tepki gösteren THY çalışanları haklı tepkilerini 20 saatlik iş bırakma eylemiyle gösterdi. THY'nin 200 seferi iptal edildi, yolcular otellere yerleştirildi. Ulaştırma Bakanı Yıldırım, grevin hukuki olmadığını, söyledi. Resmi makamların "kanunen suç" yaygarası THY için zaten içselleştirmiş olduğu, devlet desteğini arkasına alma durumu yarattı; bundan sonraki eylemleri için, "hukuk" kılıfına giydirilmiş "iş ve işçi kıyımı" sürecine daha büyük bir cesaretle girdi.

THY Yönetim Kurulu Başkanı H. Topçu ise, "insanın zihinsel konumunu sınıf konumu belirler" şiarını doğrularcasına THY çalışanlarının haklarını "diğer havayolu şirketleriyle" kıyaslayan açıklamalar yaptı. Bununla birlikte Topçu, kıyaslamanın "çalışan hakları " bağlamında yapılması gerektiğini, sahip olunan hakların geriye götürülmesi sürecinin "zorunlu bir tepki" doğuracağını bilmiyora benziyordu.

Diğer taraftan, mevcut siyasi iktidarın "böl ve yönet" taktiği yine iş başındaydı. Hakkını arayan toplumsal kesim, toplumun diğer kısmına düşma edildi, bu süreçte medyadan alabildiğine faydalanıldı. Sıradan insanlar, kendilerini madur edenin, "THY" yönetimi ya da süreci çıkmaza sürükleyen siyasi aktörler olduğunu düşünmeden ya da akıllarına bile getirmeden; çalışanlara nefretlerini kusmaya başladı.

Kuşkusuz son belliydi. Bugün itibariyle THY grevine katıldığı gerekçesiyle 305 işçinin, işine son verildiği biliniyor. Toplu işten çıkarmaların "sms" gibi akıl-dışı ve gayri ahlaki bir yöntemle gerçekleşmesi bir tarafa, THY'nin uğradığı 2 milyon dolarlık zararın, "neden olan kişilerden tazmin edileceği" resmi ağızlarca açıklanıyor.

"Grev evrensel bir haktır"

Bu sözler üst üste üç sene, Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği (FIFA) tarafından yılın futbolcusu seçilen, Barcelonalı L. Messi'ye ait. Futbol tarihinde M. Platini, J. Cruyff ve M. Van Basten'in sahip olduğu bu dereceye, sadece 23 yaşında sahip olan Messi, bu sözleriyle hem Barcelona'nın ezilenlerden yana tavır gösteren tarihsel-politik misyonuna uyum gösteriyor, hem de futbola politikayı yakıştıramayan Türkiye egemen kültürüne, geç yaşına rağmen ders veriyor.

Barcelona kulübünün, THY ile sponsorluk anlaşmasını gözden geçireceğini açıklaması, evrenselleşen değerlerin olumlu yönüne işaret ediyor.



Haksızlıklara karşı, ezilenlerin, işçilerin, çalışanların; dünyanın bütün değerlerini yaratan ama ona hiç sahip olamayanların yanında olmak, tarihin tozlu sayfalarından çekip çıkaracağımız simgelerden güç alarak  yürütülecek bir direniş kültürüyle mümkündür.

Barcelona, bu kültürün en önemli simgelerinden birisidir.

Bu yazıda yararlanılan (kaynak) siteler:


  • http://airkule.com/default.asp?page=haber&id=11353
  • http://www.harbiforum.org/gundem/142670-thy-grevi-2012-a.html
  • http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2012/06/07/duygularla-degil-kurallarla-yonetiyoruz
  • http://www.klasspor.com/tr/haber/23124-Barcelonadan_THY_calisanlarina_destek.html
  • http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalEklerDetayV3&ArticleID=1090596&CategoryID=80
  • http://tr.wikipedia.org/wiki/Barcelona_FC
  • http://tr.wikipedia.org/wiki/Joan_Gamper
  • http://tr.wikipedia.org/wiki/Katalunya
  • http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0spanya
  • http://tr.wikipedia.org/wiki/Franco

7 Haziran 2012 Perşembe

SON TAPINAKÇILAR



Tapınak Şövalyeleri tarikatı, Papa Clemens V'in onayıyla ortadan kaldırılmış, Tarikatın mal varlığı değişik odakların nüfuzuna paralel olarak paylaşılmıştır. Fransa Kralı Philippe'nin, değişik bahanelerle gaspettiklerinden kaçırılan miktarın büyük bir kısmı Hospitalier(Rodos-Malta) Şövalyeleri tarikatına bağlanmıştır.

Mal varlığı sorunu iyi ya da kötü çözüme bağlanmış olsa da, Tarikatın yaşayan üyelerine ne olacağı sorunu, dönemin dini ve siyasi otoritelerini bir hayli meşgul etmiştir. Bu sorun, bugünün tarihçileri ve konuyla ilgilenen amatörleri için de önemlidir zira; günümüze dek uzanan "hayali Tapınakçılar imgesinin" kökeninde tarikatın lağvedilişinin ardından yaşayıp yaşamadığı sorunu vardır.

Bu yazıda, Tapınak Şövalyeleri Tarikatı'nın hayatta kalan üyelerinin, yargılanma sonrasındaki yaşamlarına ilişkin bir çerçeve sunmayı amaçlıyorum. Böylece "tarikat gerçekten yok oldu mu, yoksa yeraltında yeniden örgütlenerek günümüze dek uzanan komploların gizli yöneticisi olmaya evrilen, karanlık bir kuluçka devresi geçirdi mi?" şeklinde dile getirilen çelişkiye tarihsel veriler ışığında yanıt bulmaya çalışacağım.

Tapınak Şövalyeleri tarikatının yaşayan üyelerine ne olacağı sorusu ilk olarak, ienne Konseyi'nin sonunda açıklanan  "Considerantes dudum" isimli bildiriyle düzenlendi. Buna göre, liderler hariç yaşayan Tapınakçıların akıbetleri bölgesel konseylerce belirlenecek, gündelik giderleri Tarikatın gelirlerinden karşılanmak üzere çevre manastır ya da eski Tapınak evlerinde barınma hakkı tanınacaktı. Anlaşıldığı kadarıyla üyeler, bu tarihten sonra kendilerine bağlanan gelirle yaşamlarını sürdürme gayreti içine girdi.

Karar uyarınca yaşayan Tapınakçılara toplamda büyük bir yekun tutan ödeneklerin aktarılması görevi Piskoposluklara verilmişti. Bu gündelikler yüksek miktarlarda olmalıydı ki, yeni Papa XXII. John, 1318 yılında Piskoposlara gönderdiği mektuplarla Fransa, Aragon, İngiltere Adaları ve Almanya, başta olmak üzere Hristiyan ülkelerine, tahsis edilen ödenek tutarlarının indirilmesi konusunda  emirler vermişti. XXII. John'un Tapınakçı düşmanlığı sonraki yıllarda alınacak kararlarla da kendisini gösterdi. Hospitalier Oros'lu Martin Peter'in yorumuna göre yorumuna göre söz konusu indirimle Tapınakçılar yalnızca, çileci bir manastır yaşamında kendilerine yer bulabilirdi. Anlaşıldığı kadarıyla bu mektuptan önce, bir Tapınakçıya yılda en az 500 sols değerinde gelir bağlanmıştı. Bununla birlikte çoğu yerde, bu oran 1000-1400 sols aralığına çıkabiliyordu ki, bu rakam bir kişinin orta düzeyde bir hayat sürmesi için yeterliydi.

Tarikatın yaşayan üyelerinin sonraki hayatlarına ilişkin belgeler, Tarikatın yeraltında yaşamaya devam ettiği ve süreç içerisinde Masonluk kurumunu oluşturduğu ya da bu kurumla kaynaştığı şeklindeki yorumları destekler veriler sunmaz. Örneğin, Aragon'da Exemen'in tutuklanmasının ardından Tapınak direnişini kararlı bir şekilde sürdüren Ramon Sa Guardia'ya, kararın ardından oldukça cömert sayılabilecek olanaklar tahsis edilmişti. Kumandana Roussillon'daki eski karargahında oturma izni verilmiş, yalnızca kendi ihtiyaçlarını karşılamak üzere, herhangi bir kira ödemeksizin karargaha bağlı toprağın ürünlerinden ve ağaçların meyvelerinden faydalanma hakkı tanınmıştı. Bununla birlikte Sa Guardia'nın emrine bir grup birader verilmiş ve bunların ihtiyaçlarının karşılanabilmesi yolunda da Mas Deu ormanlarından faydalanma imkanı tanınmıştı. Elbette tüm Tapınakçılar Guardia kadar şanslı değildi. İtiraf etmeyi reddeden kişilere verilen daimi hapis cezası uyarınca çoğu, oldukça kötü koşullar içerisinde zindanda yatmaya devam ediyordu. Bunlardan birisi olan Tapınakçı Rahip Buris'li Pons 1321 yılına dek tam 12 yıl boyunca kaldığı zindandan, Papa'nın, yeterince nedamet getirdiği kanaatine ulaşması üzerine serbest bırakıldı. Buris, bunun ardından ruhani görevine devam etme hakkı kazandı. Aragon bölgesinde Tapınakçıların önemli bir bölümü, kendilerine sağlanan gelirle sıradan hayatlar sürdü. Kimi Tapınak kumandanlıklarında yaşamaya devam etti, kimi manastırlara dahil oldu. Bununla birlikte askeri yaşamdan manastır hayatına geçişte zorlanan kimi örnekler, paralı askerliğin bir seçenek olarak varolduğunu gösterdi. (1)

Teşvik edilen yöntem, hayatta kalan ve kendilerine düzenli bir gelir bağlanan Tapınakçıların, kendilerine uygun manastırlar bulup yaşamlarını sürdürmeleri yönündeydi. Bununla birlikte, yaşanan olaylar ve uğradıkları işkencelerden sonra, böylesi bir yaşamın "sıkıntılarına" yeniden katlanmak yolunda üyelerin kendilerini neden bir hayli güçsüz ve isteksiz hissettiğini tahmin etmek güç değildi. Eski Tapınakçıların büyük bir kısmı şanslarını laik yaşamda aradıysa da bunda da pek başarılı olamadılar. Tecavüzden mahkumiyet giyen Frigola'lı Martin ve herkesin gözünün önünde cariyelerle yatıp kalkmak suretiyle sürdürdüğü ahlaksız yaşamı dolayısıyla, II. James tarafından Tarragona Başpiskoposuna şikayet edilen Bellvis'li Berenguer gibi örnekler, Papa'nın 1317'de, Tapınakçılara ilişkin yeni bir karar alması sonucuna yol açtı. Bu karara göre, Tapınakçıların savaşlara ve din dışı işlere katılmaları, ihtişamlı kıyafetler giymeleri yasaklandı. Bir manastırda ikiden fazla Tapınakçının bulunmamasına da dikkat edilmeliydi.(2) Bir an önce, Kilise güçlerine itaat etmelerinin yollarının bulunması gerekiyordu XXII. John'a göre. Kilise, sonraki yıllarda da Tapınakçıların düşe kalka oturtmaya çalıştıkları yaşamlarına yeni kararlarla müdahale etmeye devam etti. Çoğu Tapınakçı'nın yukarıdaki istisnai örneklere tezat olarak, topluma uygun bir şekilde yaşama istekleri de Papa'nın müdahaleleriyle sekteye uğradı. Aralık 1318'de tüm Hristiyan ülkeleri Piskoposlarına gönderdiği mektuplarda John, Tapınak üyelerinin "tarikata giriş sürecinde ettikleri erdenlik" yemininden, örgüt kaldırıldığından dolayı muaf tutulamayacaklarını bildirdi. Toplum içerisinde alenen, evlendikleri kadınlarla yaşayan Tapınakçıların derhal Kilise güçlerinin gözetiminde yeni bir yaşama dahil edilmesi noktasındaki kararın haksızlığı, sapkınlıkla suçlandığı için kaldırılan bir Tarikatın yasalarının, keyfi bir şekilde yorumlanarak, kendilerine yeni bir hayat kurmak isteyen üyelerin üzerine çullanmasıydı. Mektup, Papa'nın emrine uymayan ve manastıra dönmeyi reddeden kimi Tapınakçıların ödeneklerinin de kesileceği üzerinde duruyordu. Bununla birlikte, Papa XXII. John'un sözleri ve emirleri belki de en az, Corberis Bölgesi'nin eski Tapınakçı Kumandanı Fontibus'lu Bernard gibi örnekler için uygun değildi. Bernard Tunus'ta hüküm sürmekte olan Müslüman ülkesine sığınmış, gösterdiği yararlılıklar sonucunda da kısa sürede yükselmişti. Eylül 1313 tarihinde Kral James'in Barcelona'daki sarayında Bernard'ın sıfatı, "Müslüman Ülkesinin Büyük Elçisi" idi. Bernard belki istisnai bir kariyere ulaşmıştı, bununla birlikte yaşadıkları travma ve kesilme öncesinde kendilerine yapılan ödeneklerle rahat bir yaşam olanağına sahip olan eski Tapınakçılardaki ahlaki bozulma, diğer biraderler için benzer bir sonu neredeyse olanaksız kılıyordu. Tapınak Tarikatı'nın temeli üzerinde yükselen Aragonlu İsa Mesih Tarikatı'nın Büyük Üstadı'nın eski bir Tapınakçı'yı, ancak Papa'nın müdahalesiyle tarikata almaya razı olması gibi olaylar, eski Tapınakçıların, toplum içinde olumsuz bir imaja sahip olmaya başladıklarını göstermekteydi. Tapınakçılar ancak sayılarının giderek azalması ve Kilise'nin dikkatinin başka konulara yönelmesiyle, üzerlerindeki baskıdan kurtulmayı başardı.

Vienne Konseyi'nin gelecek zamana ertelediği en önemli sorunların başında gelen Tarikat liderlerinin akıbeti problemi acil çözüm beklemekteydi. . Bu soruna ilişkin yetki, kesin olarak Clemens'e verilmişse de Papa, 22 Aralık 1313'e dek herhangi bir girişimde bulunmadı. Konuyu çözmekle görevlendirdiği  Freauville'li Nicolas, Arnaud d’Auch ve Arnaud Nouvel’den oluşan Kardinal heyeti 18 Mart 1314 tarihinde, çok sayıda din bilgini ve ruhban sınıfı üyesinin bulunduğu bir konseyde sorunu çözmek üzere Paris'te toplandı. Tarikatın liderleri sıfatıyla Büyük Üstat Molay'li Jacques, Fransa Müfettişi Pairaud'lu Hugues, Gonneville'li Geoffroi ve Normandiya Eğitmeni Charney'li Geoffroi konseyin huzuruna son sorgulama için çıkarıldı. Liderler bu toplantıda da garip bir teslimiyet içinde, büyük ihtimalle son ana dek Papa'nın Tarikatı dağıtmayacağına duydukları romantik güvenin eşliğinde, suçlamaları kabul eden ilk ifadelerini verdi. Bununla birlikte konseyden çıkan "daimi hapis durumunun devamı" yönündeki karar Molay ve Charney'in son sabır kırıntılarının da tükenmesine yol açtı. Büyük Üstat, 7 yılını zindanda geçirmiş, uğradığı baskı, işkence ve zor yaşam koşullarına yalnızca Clemens'e duyduğu güven sayesinde dayanabilmişti. Ama şimdi bu güvenin ne kadar boş olduğunu anlıyor, harcadığı ve hakkıyla savunmasını yapamadığı Tarikatının dağılışının pişmanlığını yaşıyordu. Ansızın geriye döndü, bu zamana dek yaptığı tüm itiraflarını geriye aldı. Molay, Tarikatın işlediği tek suçun, açgözlülere karşı tarikatı savunamamak ve hayatlarını kurtarmak için yalan ifadeye razı olmak olduğunu söyledi. Kendisine katılan Charney ile birlikte Molay hakkında, sapkınlığa geriye dönme suçundan "yakılma" kararının verilmesi artık an meselesiydi. Beklenen oldu ve alınan karar uyarınca iki liderin yakılmalarına karar verildi. Molay ve Charney, hiç geciktirilmeden Seine Nehri'ndeki Ile-des -Javiaux adlı küçük bir adaya götürüldü. (3) Şaşkınlık, acı, haksızlık ve talan amacının galip geldiği, masalsı ve romantik niteliklerinden alabildiğine soyutlanmış bir hikayede eksik olan,  "kötü son" da böylelikle gerçekleşti...

Molay'ın, Clemens ve Philippe'yi Tanrı'nın divanında yargılanmak üzere davet edişiyle biçimlenen bir kurgusal dokuya da değinmekte fayda vardır. Molay acaba, "en geç bir sene içerisinde olmak üzere" iki lideri ilahi bir mahkemede yargılanmaya davet etmiş midir gerçekten? Bu noktada “gerçeğin ne olduğunu tahmin etmek oldukça güçtür. Bununla birlikte birlikte tahminlerle doğru bir tablo oluşturulabilir. Kuşkusuz Fransa halkı üzerinde Tapınakçıların pek de olumlu bir imaja sahip olduğu söylenemez. Ancak ne olursa olsun, yıllardır toplumsal huzursuzluk yaratan müdahaleleriyle tartışılmaz bir açgözlülük örneği göstermiş Philippe imajıyla karşılaştırılabilir değildir bu. Molay ve Charney'in son karşı çıkışları, Tarikatın Hristiyanlık adına hizmetleri üzerinde yeniden düşünülmesi sonucunu yaratmış olabilir. Ancak kuşkusuz hiçbir şey, böylesine şaibeli bir duruşma sonrasında, Tanrı'nın ve İsa'nın adını ağzından düşürmeden ateşe giden insanlar kadar etkileyici olamaz. Bu girdiler, halkın sürece efsanevi katkısının can alıcı noktalarıdır. Molay'ın bu yöndeki olası sözleri şayet gerçekleşmemişse bile, halkın gözünde "böylesi bir temel açısından kaçınılmaz gerekliliği olmalıdır..." Bu tip bir konuşmanın Molay tarafından gerçekleştirildiğine dair somut bir kanıt yoktur. Bununla birlikte çok sayıda vakanüvis, yakılma sonrasında değişik versiyonları türeyiveren bu konuşmayı Molay'a atfetme noktasında fikir birliği içindedir. Vicenzalı Ferretto'dan alıntı yapan M. Barber, vakanüvisin kahramanının  Napolili bir Tapınakçı olduğu üzerinde durur. Clemens'in huzuruna çıkan bu Tapınakçı: "Davasını, bu çirkin mahkemeden alıp mekanı cennet olan, yaşayan, gerçek Tanrı'ya havale etmiş, bir yıl bir gün sonra IV. Philippe ile birlikte Tanrının huzurunda hesap vermek zorunda kalacağını söyleyerek papayı uyarmıştır. "(4)

Bununla birlikte tarihi efsaneden ayırmanın gerekli olduğu durumlarda, böylesi bir "geleceği görme gücünün" tarihsel bir incelemede yerinin olmadığı açıktır. Benzer bir yorum, Nisan 1314'te Clemens'in, Kasım 1314'te de Philippe'nin ölümlerinin altında Tapınak suikastçilerinin bulunduğu şeklindeki saptamalar için de geçerlidir. Ne, tüm saltanatı boyunca hastalıklardan kendisini bir türlü kurtulamamış Clemens'in, ne de bir tutku halinde ilgi duyduğu av sırasında geçirdiği bir kaza sonucunda Philippe'nin ölümlerinin efsanevi hiçbir yönünün bulunmayışı, belki de Tapınakçılar öyküsünün " kötü sonla " ya da  alabildiğine sıradan ve heyecansız bir şekilde nihayetlenmesine gösterilen kendiliğinden tepkilerdir. Gerçek olan Clemens'in 20 Nisan 1314 yılında, Molay'dan bir ay sonra hayata gözünü yumduğudur. Yatak odasına ilişkin tutulan envanterde, Tapınakçıların Tüzüğünü içeren iki küçük kitap bulunduğu gözükmektedir. Gerçekte gizli sanat, görmeyi bilen gözler için  "kurgusal yaratımla" kıyaslanamayacak estetiğe sahiptir. Tapınak örgütünün yargılanışı sürecindeki haksızlığın ağırlığını omuzlarında taşımaya çalışan yaşlı bir adamın Tanrı'ya yüzleşeceğini anladığı andaki kaygıları, Tapınak tüzüğü içinde kendisini nihai yargılamada savunacak sözcükleri aramaya itmiş olabilir. Bundan sonra yaşananlar ise, tarih biliminin, kurgusal yaratıma sunduğu eşsiz fırsatlardan ibarettir. Yaratıcı bir zihin bu temel üzerine, çağları sarsacak bir edebi metin ortaya koyabilir. Bununla birlikte, kurguyu tarihten ayırmanın bilinci üzerinde de ısrarla düşünülmelidir.

Tarihin bilinen son Tapınakçıları, 1340'lı yıllarda Lut gölü sahillerinde yaşamaktaydı. Tahmin edileceği gibi bir hayli yaşlıydılar ve Tarikatın Liderlerinin başına gelenlerden habersizdiler. Kutsal Topraklar'da hac görevini yürütmekte olan Alman din adamı Sudheim'li Ludolph tarafından tesadüfen bulunun iki Tapınakçı, Akka'nın Memlukların eline geçmesinin ardından esir düşmüş, ardından evlenmiş ve çocukları olmuştu. Sultanın hizmetinde kalmak suretiyle hayatta kalmayı başaran, biri Bourgogne'lu diğeri de Toulouse'lu iki Tapınakçı'nın aileleriyle birlikte vatanlarına dönmesi sağlandı. Kopan tüm skandala rağmen, Papalık sarayında özenle karşılandılar ve ömürlerinin geri kalanında huzur içinde yaşamaları sağlandı.(5)

Son olarak şu tekrarlanmalıdır ki, Tapınak Tarihi'nin anlaşılamaz, gizemli hiçbir tarafı yoktur. Tapınakçıların yakılma sonrasındaki ahlaksız yaşamları ve toplum içinde giderek bozulmaya yüz tutam imajları ve Lut Gölü kıyılarındaki iki Tapınakçı'nın alabildiğine hüzünlü halleri, tarih disiplini açısından hatırlanması gereken son verilerdir.

Dipnotlar
1. P.P. Read s. 315.
2. P.P. Read s. 315.
3. M. D. Öz, s. 283. Söz konusu ada, kısa sürede çok sayıda hacının akınına uğrayacaktır. Vakanüvis Giovanni Villani, olayı şöyle anlatır: “ bahsedilen üstat ve arkadaşının şehit oldukğu günün akşamı, külleri, kemikleri, kardeşler ve başka dini kişilerce kutsal kalıntı olarak toplanır ve kutsal yerlere götürülür. a.g.e. s. 284)
4. M. Barber Yeni şövalyelik s. 480.
5. M. Barber Yeni Şövalyelik s. 17