5 Haziran 2011 Pazar

MODERN BİLİM MİTOLOJİSİ

1. Bölüm: Copernicus: Üvey evladın gerçek yüzü

Batı için Ortaçağ, 'Karanlığın Çağı'dır...

Sarsıcı bir tanımlamadır bu...

Ama bir kadar da inandırıcılıktan yoksundur. Ortaçağ'dan-Karanlığın Çağı'ndan çok, bu çağı tanımlayanların trajedisini yansıtır gibidir.

Bir çağ kendi içinde topyekün bir karanlık barındırmaz, mümkün değildir. Onu bu şekilde görmek isteyenler vardır öyleyse. Açıktır ki bu tarih aceleyle, görgüsüzce ve dünyevi hırslar adına acemice yapılmış bir tarihtir. Bir tarihi yapmaya yönelik girişim, eninde sonunda şimdiye ve geleceğe dair gayeler içermektedir. Avrupa için de böyle olmuştur. Karanlıktan Pozitif Bilimler atağıyla çıkılmış ve aydınlığa kavuşulmuş olduğu iddiası, geçmişi bir oyuna indirgemekten başka bir şey değildir. Çocukçadır belki ama, çocuk bir kral ise ve tüm dünyaya korku salarsa, onun söyledikleri zorba bir tasavvurun gerçek kabul edildiği bir yanılsamaya denk düşer. Bu kurguda, Batı'yı karanlıktan çıkaran tarihsel kahramanlara sıklıkla yer verilir. Ancak bunlar, tıpkı mitoslarda adı geçen karakterler gibi kararlı bir karartmayla mümkündür. XVII. yüzyıl dönüşümüne imza atan tüm tarihsel karakterler, yeniden yaratılmış, mitolojik bir kılıfla yeniden giydirilmiştir.
Copernicus, bunlardan birisidir ve onun kahramanlığı, hangi resmi tarih tezinde olursa olsun, Kilise'nin karşısına pozitif bilimler adına dikilmiş bir karakter tasavvuruyla yanyana sunulur. Gerçekten ise Copernicus'un düşünsel desteği ve entelektüel referansları, Batı'nın istediği ve umduğu yerlerde değildir. Batının reddettiği karanlık ve pagan dünyanın çağlarından kalma dizgeler ve öğretilerdedir. Batı'nın tarihi her şeyden önce modern bilimin kapısını açan bireylere yüklediği üstünlük payesi ve "mitolojik bir kahraman" yaratma yolundaki çabaları, tarihsel verilerce de doğrulandığı ölçüde abartılıdır. Özellikle XV. yüzyılın ikinci yarısında Polonya'da dünyaya gelen Copernicus ekseninde bu kurgu alabildiğine eksiktir; karşımızda hiç de öyle gerçekleri hayatı pahasına savunan, baskıya, gerici otoriteye ve tahaküme karşı çıkan, güçlü bir karakter dikilmemektedir. Copernicus, alabildiğine zayıf, güçsüz ve kırılgan tutumunu, Papa'ya yazdığı mektubunda şu şekilde dile getirmektedir:
"Aziz peder, kitapta yazılanları okuyanların hemen reddedeceklerini biliyorum. Ben ömrüm boyunca çevremin düşüncelerine aldırmayan, fikirlerini savunan biri olamamışımdır. Etrafın tepkisinden, başladığım hususlardan vazgeçmeye niyetlendiğim olmuştur. Fakat çekingenliği üzerimden atarak çalışmalara devam ettim. Yazdıklarımı tenkit edenler olursa onlara aldırmayacağım ve saçma kabul edeceğim...(1)
Copernicus'un hayatına yönelik bu gerçeklik, karikatürleştirilmiş bir manzarayı, elbette resmi eğitim kurumlarınca değil ama alternatif kanallarca, günümüz dünyasına dek açıkça taşımıştır. Tıpkı Galileo'nun Pisa deneyi gibi, böyle bir şey hiç olmamıştır ama nedense vardır diye kabul etmek neredeyse zorunludur. (2) Mizahi kurgu doğal olarak Copernicus'un aşağılandığı bir yapı içermez; ince bir zeka, yalnızca hayatını kurtarmayı arzulayan ve kendisini sorgulayanlardan çok daha büyük bir dünya görüşünün gölgelerinden açığa çıkar. Kurguda Copernicus bir kazığa bağlanmış, yağlanmış odunlar etrafına saçılmış, cellatın odunları tutuşturacak kıvılcımı bırakmasını beklemektedir. Mitos öykülerinde olduğu gibi son, beklenmedik olgulara gebedir. "Güneşin dünyanın etrafında döndüğünü reddediyor musun?" sorusunu soran Engizisyoncu, Copernicus'un: "Madem ki yakılacağım, hayır reddetmiyorum!" yanıtıyla şaşkına döner. Hikaye gereği sapkınlıktan son anda da olsa dönen ve odun yığını arasından çıkarılan Copernicus, kimsenin duyamayacağı kadar ince bir fısıltıyla: "Ben kabul etsem de etmesem de, Dünya Güneş'in etrafında dönmeye devam etmektedir..." diyerek hikayeden kendisine düşen kutsamayı çıkarır ve onu kuşaklara armağan eder.
Batı, toplumsal bölümlenmenin, sınıfsallaşmanın, sosyal katmanlaşmanın ilk versiyonundan itibaren süregelen eğilime uymuştur: Mitoslar yaratmayı bırakmamıştır; ama Mitos yaratma edimini halktan alıp, egemenlere vermiştir. Geçmişin dayanaklarının, gelecek hedefini tehtit edecek zeminlere kurulmasının sakıncaları vardır ve Copernicus'a yönelik manüpilasyonların ana nedeni budur. Copernicus'u ne Aristocu, ne de Platoncu, ama Copernicusçu olarak niteleyen Rosen'den onun matematiksel zeminini İslam kaynaklarında özellikle de XIII. yüzyıl alimi Nasreddin Tusi'ye dayandığını iddia eden yakın döneme ait bilim tarihçilerine dek saklanmaya çalışılan bir şeyler vardır.(3) Bu kadarı yine de buz dağının görünen kısmıdır ve onunla ilgili olarak gizlenenlerin açığa çıkışı, karşımızda hiç de modern bilimin anladığı anlamda bir bilim şampiyonunun bulunmadığını, aksine, gözbağcılığına ve büyüye inanan bir astronomun, geçmişten bugüne dek izini sürdüğü olasılıklara doğru anlamlar verdiğini göstermektedir.
Hiç kuşkusuz Copernicus, Batılı bir eğitim almıştır. Dönemin önde gelen okullarında okumuş, din sistemiyle haşır neşir biçimde yetişmiştir. Öyleyse Copernicus'un söz konusu kuramının "gökten zembille" inmediğini anlamak zor değildir. Özellikle Rönesans'ın hakim Neo-Platoncu ve Hermesçi yapısı, Copernicus'u açıkça etkilemiştir. "Göksel Cisimlerin Dönüşleri Üzerine" isimli başyapıtında, dönemin Avrupa Coğrafyasında, neredeyse elden ele dolaşan Corpus Hermeticum'dan yaptığı alıntı dikkate değerdir: "Güneş: Yani ihtişamından ötürü çoğu filozofun ikinci Tanrı ismini verdiği" göksel cisim. (4)
Güneş, yani görünen Tanrı... Etkileyici bir betimlemedir ve Corpus Hermeticum'un risalelerinden yapılan bu alıntı (5)Copernicus'un referanslarını anlamamızda kritik bir rol oynamaktadır. Copernicus'un, Kilise ve egemen dogmatik fikirler karşısındaki desteğini, İtalyan Üniversiteleri'nde aldığı felsefe eğitiminin de gösterdiği yol ile Hermetik metinlerden aldığına kuşku yoktur. (6) )Bu kaçınılmazdır, zira dönemin hakim bilimsel dokusu açık bir şekilde Copernius'un çıkarımlarını spekülatif kılmaktadır. Zaman içinde doğrulanacak büyük keşifler kendi çağlarının alay konularıdır. Copernicus'u döneminin dizgesel çıkarımlarının dışına iten ise açık bir şekilde kuşkudur. Ama kuşku böylesine bir direncin tek itici gücü olamaz; Bilim Adamı yanıbaşında daima eski dünyadan gelen bir güç görmektedir. Bu güç Corpus Hermeticum'dur...

Copernicus elbette saltık bir hissiyatın peşinden sürüklenmemiştir. Hiç kimse, kendisine öğretilen evren tasavvurunun yanlış olduğunu, yalnızca hissiyattan hareketle söyleyemez. Bununla birlikte Corpus Hermeticum'un kimi risalelerinde Merkez olarak Güneş'e yapılan atıflardan haberdar olan düşünür, özellikle Platon'un Timaios Diyaloğu'nda dikkat çektiği gibi, bu kürenin işlevsel nitelikleriyle de merkezi bir rol oynadığına kanaat getirmiş olmalıdır. Francis Yates'in 1964 yılındaki sözlerinden alıntı yapan M. Bernal da bu etkinin altını çizmekte, Copernicus'un kökenleri konusunda girişilen anti-Mısırcı kampanyaya dikkat çekmektedir. Ancak ne olursa olsun Copernicus; "Bu görüşe (Güneşin evrenin merkezinde bulunduğu görünüşüne), onu matematiksel olarak tanıtlayabildikten epey önce ulaşmıştı. " Görüldüğü gibi Copernicus'un bu görüşü XV. yüzyılda hakim olan neo-Platoncu görüşlerin merkezinde yer almaktaydı. (7) )

Copernicus'un Hermetik yönü kitabının henüz ilk adımındaki cür'et ile takip edilebilir. Aristoteles'in gerçek bilimi "ilk nedenlerin bilimi" olarak tanımlamasına karşıt olarak (8) Copernicus, Astronomi'yi en yüksek bilim olarak tanımlamaktadır. (9) Yalnızca Aristoteles mi? Hayır, Copernicus öylesine cesurdur, yoluna ışık tutan gerçeklikten öylesine emindir ki Ptolemaios'u da karşısına almaktan çekinmemektedir. Belki Ptolemaios, bu en değerli bilimi mükemmel hale getiren kişidir ancak, artık onun zamanı geçmiştir çünkü, onun zamanında bilinmeyen yeni devinimler bulunmuştur. Geçmişle ve geçmişin kahramanlarıyla hesaplaşmak, bu alanda bayağı bir kabadayılık değildir. Belki Aristoteles ve Ptolemaios hayatta yoktur ama Copernicus'un alıntıları, mevcut koşulları hareket geçirir boyutlardadır. Tüm dayanaksızlığına rağmen, Copernicus da, Platon gibi, evreni bir küre şeklinde tanımlamaktadır. Elbette herhangi bir dayanağı yoktur; sadece küre tüm biçimlerin en mükemmelidir ve evrenin de en mükemmel şekile sahip olması gerekir. Copernicus'un çıkarımları, bayağı gözlemler bir tarafa, akıl yürütmelerle ilintilidir. "Yeryüzü devinimini kabul etmede neden cesaretsiziz?" diye sormaktadır düşünür ve ekler: " Gökyüzünde görülen günlük dönüşün aslında Yeryüzü devinimine bağlı olduğunu niçin ileri sürmüyoruz?" Ona göre, böylesine büyük bir evrenin, sınırları belli bir dünya etrafında dönmesini düşünmek akılsızlıktır. Copernicus'un mantığı belki eksiktir ama etkisi büyük olmuştur.

Ne olursa olsun, karşımızda, Modern Bilimin en önemli dönemecinde bizlere sırıtık bakışlarıyla gülen Hermetik Metinler, bugünün büyücü ve falcılarını cezbeden felsefi metinler mi vardır? Kesinlikle... Mitolojiler ve hayaller, büyük bilimsel dönüşümün temellerinde uyuyan, ama kesinlikle istenmeyen, dışlanmaya meyil taşıyan üvey evlatlardır. Peki sonrası: Galileo, Kepler ve Newton... Batı'nın utancı yeğin olmalıdır; çünkü hurafelerin açtığı kapılardan giren aydınlık beyinli insanlar, kültürel kökenlerinde bulacaklarını ya değiştirecekler ya da kendi acıları içinde kıvranıp duracaklardır.

Dipnotlar:
1-kaynak:"http://tr.wikipedia.org/wiki/Nicolaus_Copernicus
2-Ünlü Bilim Tarihçisi Koyre, Galileo'dan daha önce yapılmış olan Pisa deneyinin Galileo'ya mal edilmeye çalışmasını çarpıcı bir dille açıklamaktadır. KOYRE, Alexandre. Yeniçağ Biliminin Doğuşu, s. 161-162-163.Gündoğan.
3-Bernal, herşeye rağmen Copernicus'a temel olarak sunulan bu yapılarda Güneş merkezli bir evren kuramının bulunmadığını belirtmekte, Copernicus'un kökenlerinin Corpus Hermeticum'da aranması gerektiğini iddia etmektedir. Bernal, Kara Atena. s. 240. Kaynak.
4-Copernicus, Gökselcisimlerin Dönüşleri Üzerine, s. 21. Yapı Kredi.
5-Corpus Hermeticum XVI. risale güneşin Merkez rolünü vurgulamakta, Asclepius' 29. bölümde ise ikinci tanrı olarak görülmektedir. Bir diğer metinde ise, "Güneş Görünen Tanrı'dır!" ibaresi yer almaktadır. FREKE, Timothy & GANDY Peter. HERMETİCA. Hermes'in Kayıp Sözleri, s. 16. Ege Meta...
6-Mısır uzmanı E. Hornung da benzer görüştedir. Bk. Ezoterik Mısır, s. 118. Kırmızı Kedi.
7-M.Bernal, Kara Athena. s. 239-240.
8-Aristoteles. Metafizik, s. 86.Sosyal.
9-Copernicus.a.g.e. s. 21

(Bir sonraki bölüm: Deneycilikten Matematiksel Evren Tasavvuruna: Galilei Galileo)

4 Haziran 2011 Cumartesi

Tarih, mitoloji, bilim...

TARİH, MİTOLOJİ VE MODERN DÜNYA

Popüler Gizemciliğin Tarihsel ve Dinsel Temelleri “, günümüzde giderek büyüyen “toplumsal bir eğilimin” kökenlerine ulaşmayı hedeflemektedir. Bu eğilim, Modern Batı Dünyası’nın XVII. Yüzyılda başlayan “pozitif bilimler” alanındaki sıçrayışıyla birlikte temelleri atılan teolojik ve bilimsel uğraşlar alanındaki keskin ayrışımın kırılmasıyla ilintilidir.

XVII yüzyılda fizik, kimya, biyoloji ve astronomi gibi disiplinlerde yaşanan devrimsel dönüşüm, Avrupa'yı yüzyıllardır sarmalayan dogmatik “yaşam” algısını, tüm sancılarına rağmen, şiddetle sarsmaya başlamıştır.. Bu dönüşüm sanılanın ve günümüz ortodoks eğitim sisteminin gösterdiğinin aksine, kendini pozitif bilimler hayaline adamış, Aristoteles'in otoritesi ya da Kilise'nin baskısıyla anlamlanan Ortaçağ'a öfke duyan tarihsel karakterlerin, hurafenin ya da batıl inanışın yerine bilimsel gerçekleri koyma yolundaki "kahramanca direnişi" şeklindeki açıklamalardan çok daha fazlasını hakeder. Bu dönemeci yönlendirenlerin böylesi bir kırılışı öngörmüş, önermiş ya da arzulamış olmasına imkan yoktur. Her insan kendi çağının ürünüdür. Yine de pozitif yaşam algısının oluşmasında büyük rol oynayan tarihsel karakterleri, batıl inanış sahibi ya da sofu Hıristiyan olarak görmek bizleri şaşırtır. Oysaki gerçek budur, bu kişiler istisnasız biçimde kökenleri Paganizme uzanan inançlara tabidir; Copernicus ve Kepler, Güneş'i Mısırlılarla karşılaştırılabilir kutsal bir öğe olarak görürken, Newton, en bayağı simyacılarla formül alışverişi yapar. Bilim tarihi kitaplarında, Rönesans'tan (genellikle Mısır mistisizmi ya da Avrupa Merkezci açılımlarda Platonculuk ya da neo-Platonculuk olarak anlatılır) kesin bir kopuşu simgeleyen Galileo bile, Westfall'ın belirttiği gibi, doğanın şifreli olarak kaleme alındığını, bunu çözmenin yolunun ise matematik olduğunu söylemektedir; düşünür modern dünyaya damgasını vuracak eylemsizlik yasasını "ideal bir dünya" tasavvuruyla üretmiştir.

Biyoloji biliminin, yaratılış kuramını, fiziğin Aristoteles’in hareket yasalarını ve maddenin özündeki dört öğe öğretisini, astronominin ise “yermerkezli” evren teorisini yerlebir edişiyle birlikte, teolojinin, mistisizmin, batıl inanışların ve Tanrıların sözlerinin, bilimsel alandan tamamen çekiliş sürecinin ilk adımı atılmıştır; ancak süreç tamamlanmamıştır. Başlangıçta hüküm süren gizemci temel, çok geçmeden ana yapıdan dışlanır, okült öğeler bilimsel duruştan tasfiye edilir. Artık pozitif bilimler, bir zamanlar dinsel anlayışların hegemonyasında gerçekleşen açıklama eğilimlerinin üzerinde söz sahibi olacağı alanların çerçevesini çizmede alabildiğine cüretkardır. Diğer bir ifadeyle Avrupa için, bilimsel uğraşların Kitab-ı Mukaddes ile Aristo ve Platon çalışmalarından ibaret sayıldığı dönem geride kalmıştır.

Pozitif yaşam algısı, yalnızca doğanın yasalarını, evrenin işleyiş mekanizmasını ya da insan zihnini yüzyıllardır meşgul eden pozitif sorunları değil, insanın kendisi, bugünü ve geçmişiyle ilgili problemlerde de etkin olduğu ölçüde, kesin bir dönüşümü zorunlu kılmıştır. Tarih bilimi XVIII. yüzyıldan başlayarak kılık değiştirir; en genel ifadesiyle, "Tanrı'nın, Tanrısal işlerin ya da kişiliklerin" tarihinden kopan, halkların, sınıfların ya da bütün insanlığın tarihi, güçlü örneklerle ortaya çıkar. Tarih, sonsuz uzmanlık alanlarına bölünür; profesyonelleşir, akademik dokusuyla kısmen dışa kapalı, uzmanlar arası disiplinlere dönüşür. Bu kaçınılmazdır; zira pozitifleşen tarihin ihtiyaç duyduğu tarihsel veri ihtiyacı bir çığ gibi olmasa da geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde karşılanmaktadır. Koyre'nin belirttiği gibi ölü diller çözümlenir, geçmişin gizleri açığa çıkar; eskiden Tanrı'ya bağlanarak tahmini olarak açıklananların insanların ve toplumların ürünü olduğu anlaşılır.

Böylece, Batı yalnızca Yehova'nın seçilmiş kavmiyle ilişkisini anlatan yaygın metnin dışında da kendisini geçmişte görmenin erincini yaşar.

Gerçekten de tüm Ortaçağ boyunca Batı dünyası, Kitab-ı Mukaddes’i en güçlü referanslı tarih kitabı olarak belledi. Kitap, insanın yaratılışından, İsa’nın yaşamına uzanan kapsamıyla; kültürel veriler, yer ve halk adları, tarihi kişiliklerin hayat öyküleri gibi, bugünün tüm XX. Yüzyıl boyunca yerleşen ve nihayetinde üniversitelerde okutulacak şekilde son haline ulaşan “tarih” disiplininin ilgi alanına giren veriler içermekteydi. Ancak fark, pozitif tarih anlayışının “somut” olarak tanımladığı verilerden hareket etme desturundan kaynaklanmaktaydı; Kitab-ı Mukaddes, bu tip bir eğilimden çok sözel geleneğin ürünü olarak sayılabilecek, efsaneler, mitler ya da kaynağı belirsiz “sentetik” nitelikler taşıyan folklorik verilerden beslenmekteydi. Yazılanların “gerçek olup olmadığının” kanıtlanamazlığı bir tarafa, her toplumsal olguya Tanrısal bir müdahale eşlik ediyordu. Tanrı’nın ve kutsal olanın “toplumsal olaylar üzerindeki etkisini” reddeden pozitif tarih anlayışı, tıpkı bilimsel disiplinlerin “yaratılış” ve “ölüm sonrası hayat” gibi sorunlar karşısındaki tutumuna benzer şekilde, “bilginin olanakları” duvarına çarptı. Kitab-ı Mukaddes, inançlılar için “tarih” kitabı niteliğini, hiçbir zaman kaybetmese de, karşıt kutbunda “pozitif tarih” anlayışının yer aldığı “ikili tarih karşıtlığı” içinde saldırılara muhatap olmaktan kendini kurtaramadı.

Bu doğaldır, insanlık çok uzun bir süre tarihi, inanç figürleri ya da mitolojilerle karşılamıştır. Bu eğilimin Batı dünyası için en popüler örneği Homeros Destanlarıdır ki, yalnızca Antik Yunan dünyası değil, kültürel olarak Yunan ile ilişkiye geçen her medeniyet, İlyada ve Odessa Destanları’nı aynı zamanda tarih kitapları olarak okumuştur. Ancak destanların en önemli parçası, Tanrısal müdahalelerdir ki “tarihi”, gerçekleri öğrenmek amacıyla okuyan bireyler “Tanrıların” toplum yaşamına etkin müdahalelerini de “gerçek” olarak algılamak zorunluluğunu taşımıştır. Çünkü mitoloji, artık klasikleşen ifadeyle söylersek, yalnızca çocuklara uyumadan önce anlatılan hikâyeler değil, bir yönüyle o toplumu geçmişe bağlayan simgelenmiş gerçeklerdir. Problem, simgelerin ne olduğu ve nasıl deşifre edileceğidir. Yanlış bir yorumda tarih teolojiye karışır, yerleşik dini sistem ideolojisini doğrular hale gelir. Sınıfsız toplumlarda bunun önemi yoktur belki ama toplumsal bölümlenmeyle birlikte, tarihi mitolojilerle açıklamak “bölümlenmenin” korunmasını amaçlayan araçlara dönüşür.

Dinsel eğilim, pozitif disiplinlerle teolojik uğraşların verileri arasında bir çelişki olmadığı iddiasındadır. Papaların evrimi: “Tanrı’nın en büyük oyunu!” olarak nitelemesi bu gerçeği değiştirmez; antropoloji ya da biyolojinin verileriyle, “yaratılış” problemi arasındaki çelişkiyi gidermek için “emirvari” bir çıkıştan daha fazlasına ihtiyaç vardır. Arkeolojik çalışmalar sonrasında, Kitab-ı Mukaddes’te adı geçen Sodom ve Gomorra’nın küller altından çıkarılışı da, Ararat Dağı’nda Nuh’un gemisinin kalıntılarının bulunuşu da, doğaüstü eğilimler ve Tanrısal müdahalelerle anlamlanan bir tarih anlayışının somut kanıtları değildir. Bunun için de en azından Rab’bın parmak izinin bulunması gibi delillere ihtiyaç vardır.

Eski toplumlarda mitoloji, yalnızca geçmişle kurulan bağlantının araçları değildir. Bir yüzü güncel dünyaya dönüktür; kaygıları vardır. Herşeyden önce toplumsal olanı düzenler, işbölümünü, yetişen kuşakların eğitimini, yaşlıların, düşkünlerin gözetimini belirler. Bir yönüyle günümüz dünyasındaki modern hukuk sisteminin yerine yerleşen mitoloji, günümüz insanına ilkel gelen içeriğine rağmen sosyal alanda etkileyici düzeyde başarılı olur. Malinovski, iki yerli grubu arasındaki toprak sürtüşmesinin, modern dünya insanına basit gelebilecek bir “hikâye” yardımıyla nasıl çözümlendiğini anlatmaktadır; Büyü, Bilim ve Din kitabında. Buna göre, uzun süren bir göçün ardından eski topraklarına dönen bir grup yerli, topraklarına yerleşmiş ikinci bir yerli grubunu görür. İkinci grupta yer alan yerliler, bu durumdan hoşlanmaz ve bu verimli toprakları terk etmek istemez. Ancak birinci grup, ansızın tartıºmaya vesile olan toprakların gerçekten de kendilerine ait olduğunu ispatlayan bir ya da birkaç “hikâye” anlatmaya giriºir. Hikâyeler gerçekten de o yöre ile ilgilidir ve birinci grup yerlinin dünyaya geliº merkezini temsil etmektedir. Hikâyelerin anlatımı bittiğinde, ikinci grup yerliler başka hiçbir tartıºmaya girmeden, topraklardan ayrılmak üzere eşyalarını toplamaya giriºir. Zira bu toprakların, sonradan gelen yerli grubuna ait olduğuna dair herhangi bir ºüpheleri kalmamıºtır; mitoloji, günümüz tapu müdürlüklerinde dahi uzun tartıºmalar yaratan bir problemi, çok kısa sürede çözme yeteneğine sahiptir.

Mitolojiler, efsaneler, dinsel anlatılar modern dünya ile birlikte, insanlık tarihinin çocukluk çağından itibaren oynadıkları somut rolleri yitirmiştir. Bu kaçınılmazdır çünkü artan nüfus, gelişen sanayi ve teknoloji; kozmopolit bir tabaka yaratmıştır. Yaratılan düzey ve karmaşıklaşan toplum sorunları; artık insan tarafından belirlenen karmaşık hukuk sistemiyle düzenlenmeye çalışılmaktadır. Buna elbette yukarıda belirttiğimiz, tarihsel araştırma yöntemlerinin gelişimini de eklemeliyiz...

Tüm bu yaşananların sonunda Kapitalizm, özellikle iki kutuplu dünyanın yıkılışının ardından reddedilen, istenmeyen ya da hurafe olarak ilan edilen yaklaşımlarla dirsek teması içine girmiºtir. Modernliğin sonu olarak tanımlanan kültürel aºama, Modern dünyanın kurduğu dizgesel ayrıºımların üzerine çizgi çekmekte, resmi ya da ideolojik olarak değil ama kamusal düzeyde geçmiºe dönüºü temsil etmektedir. Bu bize, giriºimizin hemen ilk paragrafında betimlediğimiz güncel eğilimi vermektedir. Bu eğilim, mitolojilerin, halk efsanelerinin ya da geleneksel kültüre ait öykülerin ansızın tarihi anlama ve tarihi biçimleme noktalarında oynadığı rolün yükselişidir. Kutsal Kan Kutsal Kâse ve Da Vinci Şifresi ve ondan hareket eden yüzleºce kurgusal metinden elde edilen verilerin, ansızın “yepyeni bir tarih oluºturma” yönündeki potansiyeli elbette dikkat çekicidir. İsa’nın Soyu ve Magdalena’nın onun karısı olduğu ºeklindeki “tarihsel olarak” asla doğrulanamayacak iddialar, Papalık Tarihi ya da Tapınak ªövalyeleri gibi tarihsel konuların gerçek öyküleri üzerinde şaşırtıcı bir baskı yapabilmektedir. Böylece pozitif tarih anlayıºı üzerinde büyük bir baskı oluºmuº; tarihin yeniden kurulması ve oluºturulması yönünde, metafizik zorlama meydana gelmiºtir. Böylece tarih yeniden ve daha doğru(!) bir biçimde oluºturulması gereken bir disipline dönüºür. Tarih disiplini için bu, daha önce görülmemiº düzeyde bir düºüºtür.

Amerika’nın keşfinden, Fransız İhtilali’ne dek Tapınak Şövalyeleri’nin, tarihi yönlendiren gizli örgütlerin ya da Tanrı’nın etkin müdahalesiyle gerçekleşen olaylar silsilesi, mitolojinin yeniden “tarihe” dönüştürülüşünün en belirgin örneklerindendir. İnsan medeniyetinin büyüsel savaºlar sonucunda yıkıma uğrayan Atlantis ve Mu kıtalarından son anda kaçmayı baºaran bilgeler tarafından yaratıldığı düºüncesi, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar, günümüzde kabul görmektedir.Tıpkı toplayıcı-avcılarda olduğu gibi “geçmiºe” öyküler yardımıyla bakılmaktadır. Yalnızca geçmiºe mi? Elbette hayır, tıpkı yabanıl dünyada olduğu gibi mitoloji yalnızca tarihe değil, güncel hayata dair de etkin bir güç iddiasıyla karºımızda belirmektedir. Sosyo-ekonomik olgulara yönelik bu tinsel değiºim yaºananların anlamlanması ya da görüngülerin çözümlenmesi yolunda “mitosların” kullanılıºına tanıklık etmemize yol açar. Kökeni Hindistan’da bulunan bir yeraltı kenti efsanesi olan Agarttha’nın, Türkiye’de bir darbe hazırladığı iddiası, tüm gerçek dıºılığına rağmen toplumsal bir tepkinin aracı haline dönüverir. Ergenekon Soruºturması’yla ilgilenen kitleler için ise, politik gerçeklerden ziyade “hayali bir çözüm” ortaya çıkmıºtır. Pozitif-toplumsal bilimlerin yozlaºtırılması eğilimi yalnızca tarih alanı ile sınırlı değildir. Alternatif tıp alanındaki cıvıklık, tıp bilimine, Secret tarzı kitaplarla açığa çıkan Kuvantum Felsefesinin “yanlıº” yorumuyla Fizik bilimine saygı yitirilmektedir. Benzer bir sonuç, burada her birini saymamıza imkân olmayan disiplinler için de geçerlidir.

Yabanıl dünyadaki insan, yaşaması ve ayakta kalması için gerekli olmayan herhangi bir düşünce ya da fikre sahip değildir. Öykülerinin, felsefesinin, inancına eşlik eden anlatıların, mitolojilerinin; her türlü uygulamasının ve hareketinin, hayati bir amaca kilitlendiğine dair somut bulgular vardır. Tarihi ve bugünü mitoloji ile anlamlandırmak ve düzenlemek, sınıfsız bir toplumun “ortak kaygıları” üzerinde, döneme ilişkin olanaksızlıklar da göz önüne alındığında açığa çıkacak “kesin” bir yaşam biçiminin göstergesidir. Bu doku, insanın her uğraşısına eşlik eden ve ana amacı “toplumu” bir arada ve bir bütün olarak tutmayı amaçlayan “kolektif” bilincin hizmetindedir. Öyleyle, günümüz dünyası ile yabanıl dünya arasındaki, mitolojinin tarih ve güncel yaşamı açıklamak amacıyla kullanılışı şeklindeki basit benzerliğin ötesine geçen “amaçsal” farklılıklar vardır. Günümüz dünyasında, ideolojik manüpilasyon aracı olarak kullanılan bu eğilim, her şeyden önce toplumun bütüncül yaratımı değildir; tamamıyla bilinçli ve tasarımlı olmasa da, sosyo-ekonomik yasalarca yönlendirilen sınıfsal yönlendiricileri ve yaratıcıları vardır. Bu doğrultu da, yabanıl dünyanın aksine amaç toplumu bir arada ve ortak kaygılar perspektifinde bütün olarak tutmak değil, yerleşmiş sınıfsal ayrımları korumak ve farklı dünyevi tasarımları gerçek kılmaya devam etmektir. Belki zorlama olacaktır ama analoji açıktır; ikili dünya kurgusu günümüzde de geniş halk yığınları için farklı, seçkinler için farklı gerçeklikleri göstermektedir. Hurafeler, hikayeler, boş anlatılar ve kendisine anlatılanlar yetinen geniş kitleler karşısında, uzmanlaşma adı altında sıradan insanların ilgisini defeden seçkinlerin gerçeğin çölündeki edimi... Gnostisizmin toplumsal kurgusu, günümüzde yaşamaktadır.

Modern Gizemciliğin Tarihsel ve Dinsel Temelleri”, zamana yayılmış bir proje olarak “Gizli Bilimlerin Alternatif Tarihi-İlk İnsandan Günümüze Bilim ve Okült Karşıtlığı” ismini taşıyacak kitaba yönelik ön-çalışmayı içermektedir. İnsanlık tarihine bu farklı bakış, başta “Bilgeler Sınıfı Teorisi olarak Hermetik disiplinler” olmak üzere “kayıtlı tarihin etkin analizinden” doğmuş özgün kavramlarımızı okuyucuyla tanıştırmak amacını taşımaktadır. Çalışma, simya, gnostisizm, şeytancılık, yeraltı kentleri, düalizm, kutsal kitaplardaki savaº gelenekleri ya da kabala gibi, günümüzün gizlici tarih anlayıºının tarihsel ve dinsel kavramlarını, maddeci perspektiften hareketle açıklama ve tarihsel bağlamına yerleºtirme çabası olarak da değerlendirilebilir.

Böylece “tarih bilimine” günümüz dünyasında saygınlığını sarsan okült kavramlarla hesaplaşma olanağı tanınmış olacaktır.